resim

30 Kasım 2014

Beslenme Biçimi Kişisel Bir Mesele DEĞİLDİR! / Chris Grezo



Kimin ne yediğine kimsenin karışamayacağı ve veganların kendi yaşam biçimlerini başkalarına dayatmaya çalışmalarının yanlış olduğu, veganlık anlatanların en sık karşılaştıkları ezberlenmiş tepkilerden birisi.

Bu tepkide beni asıl rahatsız eden ise, öne sürülen savlara karşılık olarak insanların “yaşa ve yaşat” ya da “kişi kendinden sorumludur” gibi basma kalıp ifadeler öne sürmeleri ve konuya ne kadar sığ yaklaştıklarını görmek.

Elbette yaşam tarzı gibi gayet öznel bir seçimi başkalarına dayatmak doğru bir şey değil; bu onların kişisel özgürlüklerine müdahale etmek olurdu. Oysa tıpkı insan haklarında olduğu gibi, hayvan haklarına saygı göstermek de bir yaşam tarzı seçimi olamaz.

Fiili saldırı kişisel bir tercih midir?

Veganizmi yalnızca bir diğer yaşam tarzı seçimi olarak görmek hatalı bir tutum. Hayvanların gereksiz yere katledilmesi veya fabrika çiftçiliğinde yapılan işkenceler, herhangi bir kişinin saç şekli veya müzik zevkiyle kıyaslanamaz.

Hayvan haklarını ister savunun ister savunmayın, bunun etik bir inanç meselesi olduğu inkâr edilemez. Ve etik inançlar da, tıpkı idam cezasına yaklaşımınızda olduğu gibi, dövme seçiminiz veya kendinizi sağlıklı bir yaşama adamanız ya da zampara bir hayat sürme gibi tercihlerinizle mukayese edilemez. Veganizmi salt bir yaşam biçimine indirgemek, fiili bir saldırıyı kişisel bir zevk olarak görmeye benzer ki bu da yanlış bir yorumlamadır.




Bir başkasına suç işlemesi için para vermek

Yaşam tarzı seçimleri ya da kişisel zevklerin aksine etik inançların esas noktası, yalnızca kendiniz değil, herkes için geçerli olmalarıdır. Bir tecavüzcü bizden kendi değerlerimizi ona dayatmamamızı istediği zaman onu öylece salıvermeyiz. Ahlakın en temel esası onun salt bir kişisel tercih değil ama kamusal bir ödev olmasıdır. Etik bir meseleyi tartışmayı, eylemlerinizin hiç kimseyi ilgilendirmediği gerekçesiyle reddetmek, bizzat ahlakın doğasına aykırı olacaktır: “Bu nutuk atma meraklısı tecavüz karşıtları neden kendi yaşam tarzlarını bana dayatmaya çalışıyor ve beni içeri tıkıyorlar? Kendini beğenmiş götler!”

Şunu hatırlamakta fayda var: 1970’lere dek bir erkeğin karısına tecavüz etmesi tamamen yasaldı, ne var ki feminist hareket sayesinde bu canavarca ve etik dışı “yaşam tarzı seçimi” artık bir suç olarak kabul ediliyor. Bu tarz örnekler, mevcut yasaların ahlaki açıdan her zaman yararlı bir rehber olamayacağını hatırlatmak açısından önemli. 1970’lerde yasal olmasına karşın evlilik içi tecavüze engel olmaya çalışanlar ateşli feministlerken; 2013’te ise yine yasal olmasına karşın hissedebilir canlıların gereksiz yere öldürülmelerine karşı çıkan da bir vegan olacaktır.

Sizden meleklere inanmanızı beklemiyoruz. Sizden yalnızca gözleriniz açmanızı istiyoruz. Hayvan hakları savunucularının karşılaştığı bir diğer kötü niyetli tepki de, onları zor kullanarak herkesi kendi taraflarına çekmeye çalışan köktendincilerle karşılaştırmak. Ki bu da oldukça hatalı bir karşılaştırma.

Dini inançlar belirli varlıkların mevcudiyeti iddiası barındırırlar: tanrılar, melekler, ölüm sonrası hayat, ruh vb. Oysa veganlar insanların kanıtlanabilir olmayan bir şeylere inanmalarını sağlamaya çalışmazlar. Yaptıkları tek şey hayvanlara gereksiz yere işkence yapmanın ve onları öldürmenin meşruiyetini sorgulamaktır. Veganizmi dinle karşılaştırmak inanç ve ahlaki bir sav arasındaki farkı kavrayamamak demektir. Bu tıpkı kadın haklarını Vişnu inancının bir gereğiyle karşılaştırmaya benzer.

Meselenin asıl özü şu: Etik inançları, meleklere inanmakla ya da bir müzik türü tercih etmekle bir tutamazsınız. Etik inançlar, bir toplumda neyin esas ve önem teşkil ettiğine dair öne sürülen ciddi savlardır ve öyle “kişi kendinden sorumludur” gibi laflarla hafife alıp geçiştirilecek bir şey değildir.

İnsanlar hayvan hakları savunucularına “yaşa ve yaşat” ya da “kişi kendinden sorumludur” gibi iğneli sözlerle yanıt verdiklerinde, aslında kendi ağızlarından çıkanın anlamını görmezden gelmiş oluyorlar. Diğer hissedebilir canlıları öldürdüğünüzde, “yaşatmak” bunun neresinde?

Herkes müdahale edilmeksizin kendi kişisel zevklerini tatmin etme hakkına sahiptir. Ancak ve hiç kuşkusuz, adalet, bir yaşam biçimi tercihi olamaz.



çeviri: veganist
yazar: Chris Grezo


29 Eylül 2014

Veganizm Olarak Komünizm / Yazar: Percy Gauguin




Veganizm ve komünizmin her ikisi de, zulüm ve baskıdan kurtuluşu hedefleyen, tahakküm ilişkilerini yıkıp aşarak özgür bir dünya yaratma amacı güden hareketler. Öte yandan komünizmin gelişimi, her ne kadar çakıştıkları noktalar giderek daha belirgin bir hale gelse de, veganizmden çok daha farklı bir hat üzerinden ilerlemiştir. Veganizm — görünürde—  yönetici sınıfın bir aydınlanma sonucunda kölelerinin zincirlerini kırması gibi algılanıyor. Oysa bu hakikatten çok uzak. Hayvan özgürlüğü olarak veganizm, hayvanların hayvan değil, ama kardeş canlılar ve daha kökten yaklaşımıyla da kardeş kişiler olduklarının tanınması anlamına gelir. Gezegendeki bu engin yaşam denizinde insanlık ile hayvanlar âleminin geri kalanı arasında beslenmeye dayalı olmayan bağ, sanılandan çok daha fazla. Bu da komünist düşüncede, farklı bir mesele üzerine odaklanılması dışında, kolaylıkla kabul edilebilecek bir hakikat bir yandan da. Karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ilişkileri aslında her daim sömürü ve tahakküm ilişkilerinden daha fazla olmuştur; ne var ki ikincisinin egemenliği giderek artmaktadır. İşte işbirliği vasıtasıyla ortaya konmaya çalışılan bu baskılanmış hakikati gölgeleyen de, zaman içinde daha da sürekli bir hale gelen bu tür yıkıcı ilişki biçimleridir. Sosyal canlılar olarak varlığımızın temelleri karşısında duran iktidarın şiddeti, kendimizle kurduğumuz ilişkiyi de tahrif etmiştir. Daha da önemlisi bu şiddet, yarattığı dışlayıcı ötekilik üzerinden, kendimizi nasıl tanımladığımızı da belirlemiştir.

Veganizm, komünizmin zorunlu bir tamamlayıcısı olarak kabul edilmiyor; çünkü, pek çok komünist, hayvan madunluğunu hiyerarşik medeniyeti ayakta tutan şeylerden biri olarak görmüyor. İnsanın evrimi bağlamında Darwinciliğin hayvanlara biçtiği rol besin sağlamaktır; dolayısıyla hayvan tüketimini sorguladığınızda, bizzat doğayı sorgulamış olursunuz. Oysa köleliği ve dehşeti üreten devasa araziler ve fabrikalara “evrilmiş” bir dünyada bizden önce gelen hemen her şeyi sorgulamak gayet yerinde bir hareket. Şayet bu gezegen gelecekte özgür olacaksa, o gün geldiğinde eski haline pek benzememesi gerektiği bir gerçek. Çünkü taşları yerinden oynatmayan, her şeyi alt üst etmeyen bir devrim tahayyül etmek zor, hatta tutucu bir tavır olurdu.

Benzer bir tutumla komünizm, veganizmin mantıklı bir uzantısı olarak görülmüyor; ki tüm yaşam biçimlerinin eşit olduğuna dair kökten ve zoraki varsayımlardan hareket eden  veganizm de, piyasaların metalaştıran gücüne kolaylıkla teslim olup tüketimciliğe kapılabiliyor. Sıradan bir vegan hayvanlara acı çektirilmesine karşıdır; ancak, kullandığımız pek çok malın üretiminde mevcut olan insan acısını vegan pratik, kapitalist ideolojinin maskelemesinin de etkisiyle görmezden geliyor. Oysa besin sisteminin kendi içinde büyük oranda ucuz işgücü sömürüsüne dayandığı gayet açık. Bu bağlamda canlıların acı çekmesinden salt ziraat değil, tüm endüstriler fayda sağlıyor. Ve yaşamı biteviye parçalayan ve örseleyen de tüketimimizden ziyade bu sisteme katılıyor oluşumuz.

Bu iki özgürleşme hareketi aynı noktada birleşiyor birleşmesine ancak kapitalizmin manipülatif güçleri onların ayrılmaz bir bütün haline gelip kaynaşmalarına sürekli engel oluyor. Kapitalizmin daha samimi savunucuları bu ideolojiyi bireyler arasındaki büyük kapasite farklılıklarını öne sürerek meşrulaştırıyorlar –temizlikçi kadın temizlikçi kadın olmak zorunda çünkü elinden gelen tek şey bu. Ne yazık ki komünist ve anarşist etoburlar da hayvan tüketimini benzer bir biçimde meşrulaştırıyorlar –inekler besin olmalı çünkü başka bir şey olmaları mümkün değil. Oysa canlı yaşamı söz konusu olduğunda daha düşük bir potansiyele sahip olmak, daha yüksek bir potansiyele sahip bir başka sınıfa tabi olmayı meşrulaştıramaz –ilkinde servetin eşit paylaşımı söz konusuyken ikincisinde yaşamın özgürce deneyimlenmesi var. Bunu meşru kılabilmenin de tek yolu var, o da şiddet. Hakikat şu ki, tüm hayvanlar bilinç sahibidir ve buna bağlı olarak zevk ve acıyı deneyimleyebilirler. Öte yandan herhangi birine sırf daha az gelişmiş olduğu için boyun eğdirmek hiç kuşkusuz bir tahakküm pratiğidir.

Veganizmle çakıştığı noktada artık komünizm; proletaryacı demokrasi, üretimde kolektif mülkiyet, ücret sisteminin lağvedilmesi vb. gibi Marksist kavramlar çerçevesinde düşünülemez; çünkü bunlar yalnızca insanları ilgilendiren kavramlar. Burada aslolan birbirlerinden farklılarmış gibi gösterilen bu iki özgürleşme hareketini birleştiren eşitlikçi, sömürüye dayanmayan ve işbirlikçi bir üretim ilkesi. Komünizm de veganizm de temel olarak yaşamı savunur; ve her ikisini de yolundan saptıran tüm o ideolojik perdelemelere karşın, en nihayetinde aynı yönde buluşacaklardır. Yaşamdan ancak daha güçlü ve bütünü kucaklayan bir armoni içindeyken keyif almaya başlayabiliriz. Kişi, tüm yaşam biçimlerini karşılıklılığa dayalı bir komünün üyesi olarak onurlandırdığında ve tanıdığında, hem vegan hem de komünist olmuş olur.





çeviri: veganist
kaynak: http://speciesandclass.com/2014/08/23/communism-as-veganism/
yazar: Percy Gauguin
illüstrasyonlar: Sue Coe

27 Eylül 2014

Kullandığınız Yağ Kirli mi? Palm Yağı Endüstrisinin Çevreye Etkileri / Yazar: Zion Lights



Borneo dünyanın en büyük üçüncü adası ve kırk yıl öncesine kadar da yoğun ormanlarla kaplıydı. Siz bu satırları okurken bile oduncular Borneo’nun yağmur ormanlarındaki ağaçları hektar hektar kesmeye devam ediyorlar. Kestikleri ağaçların gövdelerini yakıyor ve bunun sonucunda atmosfere devasa boyutlarda sera gazı salınmasına neden oluyorlar. Daha sonra temizledikleri alanları palm yağı plantasyonlarına dönüştürüyorlar. Meyve ve çekirdeklerden elde ettikleri yağı, deterjan, çikolata ya da sabun gibi akla gelebilecek her çeşit ticari üründe kullanan dev şirketlere satıyorlar. İlk bakışta karşımızda sıradan bir ekonomik teşebbüs varmış gibi duruyor. Peki o halde palm yağını “kirli” yapan şey tam olarak ne?

Çevreye etkisi

Borneo’daki yağmur ormanlarında ağaçlar yok edilirken, bir yandan da doğal bataklık kömürü alanları da kurutuluyor ve daha sonra burada yapılan kazılar, atmosfere yüksek miktarlarda karbon salınmasına neden oluyor. Greenpeace’in Borneo’daki palm yağı endüstrisiyle ilgili hazırladığı Cooking the Climate başlıklı detaylı rapora göre, Güney-Doğu Asya’nın bataklık kömürü ormanlarının yakılması esnasında atmosfere salınan sera gazı miktarı 1.8 milyar ton. İstatistiksel açıdan bakıldığında bu gazlar, gezegenin yalnızca % 0.1’lik bir alanından, küresel ölçekte iklim değişikliğine yol açan salınımın % 4’üne karşılık geliyor. İşte bu ormansızlaştırılmış alanların da büyük bir bölümü palm yağı plantasyonları için kullanılıyor.


 


Ek olarak, tarım alanları açmak için devasa miktarlarda ağacın kesilmesi, yağmur ormanlarının nadide ve egzotik flora ve faunasını da yok ettiği için ekosistem de büyük zarar görüyor. Yalnızca tek bir plantasyon bile yağmur ormanlarındaki doğal biyoçeşitliliği kaybetmemiz için yeterli. Batılı çevrecilerin öteden beri mücadele ettikleri tek tip tarım kültürü uygulamaları sonucunda, uçsuz bucaksız alanlarda yalnızca tek tip tarım ürünleri bulabilen canlı türleri bu duruma uyum sağlamayı başaramadıkları için ya yerlerinden oluyor ya da yok oluyorlar. Yağmur ormanlarının var olduğu ilk günden beri birarada yaşayan canlı türlerinin, çevrenin ve habitatın ortadan kalkmasının ve palm yağı çiftçiliğinin verdiği zararların telafisi pek mümkün değil. Dünya Doğayı Koruma Vakfı’ndan (WWF) Junaida Payne’nin sözleriyle, bu tarz bir tarım tipinin yağmur ormanlarına taşınması “biyolojik çöller” oluşmasına neden oluyor.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) bir raporuna göre, Endonezya’da palm yağı için şimdiye dek sürdürülen ormansızlaştırma ve hâlâ devam eden yasadışı ağaç kesimi, 2022 yılına gelindiğinde ülkenin yağmur ormanlarının tamamen yok olacağına işaret ediyor.

Hayvanlara etkisi

Palm yağı endüstrisinin verdiği zararlarla ilgili en hararetli tartışmalardan biri de, nesli tükenme tehlikesi altında olan hayvanlar. Orangutan, Asya fili, Sumatra gergedanı ve Sumatra kaplanı, nesli tükenme tehlikesi altında olan canlı türlerinden yalnızca birkaç tanesi. Borneo ve Sumatra’daki yağmur ormanları orangutanların doğal yaşam alanları ve başka bir yerde hayatta kalmaları mümkün değil. ABD Büyük İnsansı Maymunlar Vakfı’nın (US Great Ape Trust) açıklamasına göre “Şayet olağanüstü önlemler alınmazsa, bu durum ilk büyük-insansı maymun tür tükenmesine dönüşebilir.”




İnsanlara etkisi

Palm yağı endüstrisiyle el ele giden büyük ölçekli ormansızlaştırma, yerli halkların da yerinden olmasına neden oluyor. Öteden beri yaşadıkları topraklarını ve yağmur ormanlarıyla olan ender ve sembiyotik ilişkilerini kaybediyorlar. Palm yağı plantasyonlarına yer açmak için bu bölgelerden zorla çıkarılan yerli topluluklar, başta yapılan ağaç kesiminin zaten yasadışı olması nedeniyle mücadele etme şansı da bulamıyorlar.



Peki bu durumun failleri kimler?

2010 yılında toplam palm yağı üretiminin % 3’ünü satın alan Unilever bu bağlamda başı çekmekte. Bu çevre düşmanı endüstriye yatırım yapan diğer büyük gıda şirketleri ise şunlar: Kraft ve General Mills, HSBC, ziraat devi Cargill ve gıda üreticisi Nestle. Endonezya’daki bataklık kömürü alanlarında palm yağı plantasyonlarına dönüştürenlerin başında gelenlerlerden bazıları ise Gilette, Burger King ve McCain. 

Palm yağı endüstrisine devasa yatırımlarda bulunan başka popüler markalar da var elbette. Kellogg’s gevrekleri, Hovis ekmekleri, Cadbury’s çikolataları, Flora margarini, Persil deterjanı ya da Premier Foods’a ait herhangi bir ürün satın aldığınızda, yağmur ormanları ve bu bölgelerde yaşayan tüm canlıların zarar görmesine katkıda bulunmuş oluyorsunuz çünkü bu markalara ait pek çok ürünün içeriğinde palm yağı olduğu belirtilmiyor. Yalnızca “bitkisel yağ” yazmaları yeterli. Örneğin, Avustaralya vatandaşları içeriğinde palm yağı kullanılan ürünlerde üreticilerin bunu belirtmesi için hükümetlerine baskı yapıyorlar. Tek tek ürünlere baktığınızda kullanılan miktar küçük gibi görünse de, hepsini biraraya getidiğinizde yağmur ormanlarına, buradaki habitata ve canlı türlerine verdiği zararlar korkunç boyutlara ulaşıyor.

Palm yağı çok yakın bir zamana kadar akaryakıta da katılıyordu (AB Biyoyakıt Yönetmeliği uyarınca). Ne var ki çok sayıda belli başlı çevre örgütünün yaptığı uyarılar sonucunda bu yönetmelik askıya alındı. İşte bu endüstrinin zararlı etkileri gayet açık ve net aslında.

Peki ne yapabiliriz?

Bilgiyi yayın. Bu metni paylaşın. Arkadaşlarınıza anlatın. Ailenizle yaptığınız sohbetlerde konuyu buna getirin. Palm yağı meselesine medyanın ilgisi yok değil ancak tüketicilerin büyük bir bölümü bu endüstrinin gezegen üzerinde yarattığı tahribatın boyutlarından hâlâ habersiz. Eğer işler böyle gitmeye devam ederse Borneo’da yağmur ormanları diye bir şey kalmayacak.

Tüm palm yağı ürünlerini boykot edin. Kirli şirketlerden kurtulun. Palm yağı meselesinde aslolan tüketicinin gücüdür. Bu listeyi kullanarak palm yağına alternatif ürünlere ulaşabilirsiniz (not: listede yer alan ürünlerin tümü vegandır).

Üreticilere baskı yapın. Ya sürdürülebilir palm yağı kullanmalarını ya da hiç kullanmamalarını talep edin. Şirketlere yazın, yerel kampanyalar başlatın, doğrudan eylemler düzenleyin. İnternet üzerinden başlatılmış imza kampanyalarına destek verin (örneğin buradan ve buradan başlayabilirsiniz).

Eğer üretici konumundaysanız ya sürdürülebilir kaynaklara yönelin ya da palm yağı kullanmayın. Halihazırda etik bir manifesto güden yerel şirketlerin müşterilerinden gelen bu tür taleplere uyum sağlama olasılığı daha yüksek. Britanyalı kozmetik firması Lush palm yağı kullanmayı tamamen bıraktı ve onun yerine ürünlerinde hindistan cevizi yağı kullanmaya başladı.

Hükümetlere içeriğinde palm yağı olan ürünlerde bunun belirtilmesi şartını getiren yasalar hazırlamaları için baskı yapın. Yerel temsilcilere yazarak ürün içeriklerindeki belirsizliklerle ilgili ne yaptıklarını sorun. İmza kampanyaları başlatın. Destek toplayın. Bu konuda sesinizi çıkarın.

Borneo’daki iyileştirme projelerine destek olun: Örneğin Borneo Orangutan Survival (BOS) Foundation. Bu vakfın yeniden ormanlaştırma projelerinden biri sayesinde 2000 hektarlık atıl bir alan yalnızca birkaç yıl içinde hızla gelişen bir ormanlık alana dönüştürüldü. Ufak da olsa bağışta bulunun. Ya da bağış toplamak ve davalarıyla ilgili farkındalık yaratmak için bir etkinlik düzenleyin.

Ve pek çok başka şey. Palm yağı endüstrisinin yağmur ormanlarına onlarca yıldır biteviye verdiği zararları telafi edebilmek çok büyük bir iş. Yukarıda sıralananlar ise yalnızca bir başlangıç olabilir. Talepler arasında olmazsa olmaz diğer şeyler ise, kalan bataklık kömürü ormanlarının korunması, yerlerinden edilmiş yerli halkların ve hayvanların doğal yaşam alanlarına dönmelerine destek olunması ve bu çevresel yıkıma neden olan yozlaşmaya bir son verilmesi olmalı ki bu yozlaşmalardan biri de Borneo yağmur ormanlarında süren yasadışı ağaç kesimi. Peki siz ne yapacaksınız?


Çeviri: veganist
Kaynak: http://www.onegreenplanet.org/animalsandnature/are-you-eating-dirty-oil-the-environmental-impacts-of-the-palm-oil-industry/

Yazar hakkında: Serbest gazeteci Zion Lights, aynı zamanda permakültür ve organik yetiştirme yöntemleriyle besinlerini kendisi yetiştiren bir Kent Çiftçisi. Vegan ailesi ve kurtardığı hayvanlarla birlikte West Country’de yaşıyor. The Huffington Post için de yazılar kaleme alan Zion’un kişisel web sitesine şuradan ulaşabilirsiniz: ZionLights.co.uk






31 Ağustos 2014

Siyasal Eylemci Angela Davis'in İnsan ve Hayvan Özgürlüğü Arasındaki Bağ Üzerine Görüşleri
















Angela Davis, daha çok ırk, cinsiyet ve sınıf gibi konular hakkında ilerici yaklaşımlarından ötürü gayet iyi bilinen biriyken, türlerle ilgili en az diğer meselelerdeki kadar ufuk açıcı görüşleri pek o kadar bilinmiyor. Bu önemli sosyalist akademisyenin hayvansal ürün tüketmediğini duymak o nedenle kimilerine şaşırtıcı gelecektir.

Davis RadioProject.org'dan ulaşabileceğiniz çevriyazıya göre 27. Siyahi Kadının Güçlendirilişi Konferansı'nda şunları dile getirmiş: “Çoğu zaman vegan olduğumu belirtmezdim ancak bu durum yavaş yavaş değişti. Artık bundan bahsetmenin tam zamanı çünkü veganlık devrimci anlayışın bir parçası –merhamete dayalı ilişki kurma yolları ararken, yalnızca insanlarla değil, bu gezegeni paylaştığımız diğer canlılarla da merhamete dayalı bir ilişki biçimi nasıl geliştirebiliriz sorusunu sormamız ve bunun için de kapitalist endüstriyel forma dayalı gıda üretimine meydan okumamız gerekiyor.”

Bu meydan okumaya hayvan sömürüsüne ilk elden tanık olmanın da dahil olduğunu belirten Davis “Bunun anlamı farkındalık sahibi olmaktır -şehirlerarası arası otomobil sürerken ya da Los Angeles’a giden otobandan geçerken tüm o çiftliklerdeki inekleri görmek demektir. Çoğu insan aslında yedikleri şeyin bir hayvan olduğu üzerine kafa yormaz. Bir biftek veya tavuk eti yediklerinde, bu hayvanların sırf insanlar onları tüketebilsin diye ne büyük acılar çektikleri akıllarının ucundan geçmez.”

Bu körlük ile meta formu arasında bir bağ olduğunu söyleyen Davis şöyle devam ediyor: “Tükettiğimiz gıdalarla eleştirel bir ilişki kuramıyor oluşumuz, dünyayı algılayışımızda meta formuna olan bağımlılığımızın ne denli ileri bir seviyeye geldiğini gösteriyor. Marx’ın gerçek nesnenin mübadele değeri dediği şeyin –bu nesnenin barındırdığı ilişkileri düşünmüyoruz- ve daha da önemlisi ister gıda ya da giysi, ister iPad’lerimiz veya bu tür bir kurumda eğitim vermek için edindiğimiz malzemeler olsun, bu nesnenin üretiminde neyin önem teşkil ettiğinin ötesine geçemiyoruz. Yaşadığımız çevreyi oluşturan tüm nesnelerin ardında, hem insan hem de insan olmayan hayvan ilişkilerini gözümüzde canlandırma alışkanlığı edinmeyi başarabilseydik eğer, bu gerçekten devrimci bir hareket olurdu.”

Davis aşağıda yer alan videoda buna benzer bir vurgu yapıyor



Konuşmanın Türkçesi:
“Bundan çok fazla bahsetmesem de bugün konuşacağım çünkü bu gerçekten çok önemli. Tüm o yediklerimiz çok ama çok büyük bir zulmü maskeliyor. Bu ülkede tavukların endüstriyel olarak korkunç koşullar altında üretildiğini aklımıza bir kez olsun bile getirmeden oturup bir tavuk parçası yiyebiliyor oluşumuz, kapitalizmin ve onun zihinlerimizi nasıl sömürgeleştirdiğinin işaretlerinden biri. Önümüzde metadan öte bir şey göremiyor oluşumuz, gündelik olarak kullandığımız metaların ardındaki ilişkileri anlamayı reddediyor olmamız. İşte yediklerimizle ilişkimiz aynen böyle.”

Davis salondaki izleyicilere “Food, Inc.” adlı filmi izlemelerini öneriyor ve şunu soruyor: “Salt kâr amacıyla üretilen ve çok büyük acılara neden olan bu yemekleri tüketmek nasıl bir şey?”

Davis konuya getirdiği yorumlarını insanlara ve hayvanlara yapılan muameleler arasında açık bir bağ kurarak noktalandırıyor: “Şimdilik şu kadarını belirteyim, bence hiyerarşinin en altında yer alan insanlara davranışımız ile hayvanlara uyguladığımız muamele arasında sıkı bir bağ var. Diğer insanlar üzerinde şiddet uygulayanların yöntemlerine bakarsanız, şiddetin hangi türünden zevk aldıklarını görmek için yöntemlerini sıklıkla hayvanlar üzerinde denemiş kişiler olduklarını göreceksiniz. O nedenle, bu meselenin daha pek çok farklı yönü var.”


Çeviri: veganist


COWSPIRACY: Çevre Örgütleri Bu Belgeseli Görmenizi İstemiyor




COWSPIRACY: The Sustainability Secret çevre üzerine taşları yerinden oynatacak nitelikte uzun metrajlı bir belgesel film. Bugün gezegenimizin karşı karşıya kaldığı en yıkıcı endüstriyi masaya yatıran belgeselin gözüpek yapımcıları, dünyanın önde gelen çevre örgütlerinin bu konu hakkında konuşmaktan neden bu kadar çekindiklerini soruşturuyor.

Aşağıda belgesel filmin yapımcıları Keegan Kuhn ve Kip Andersen ile Vegan Mainstream’den Emma Larocque’un 6 Mayıs 2014’te gerçekleştirdiği bir söyleşinin kısaltılmış çevirisini okuyabilirsiniz.

Vegan Mainstream: Böyle bir film yaparak kendinizi ateşe attığınızı biliyor olmalısınız. Bu riski almaya nasıl karar verdiniz?

Kip Andersen: Bu meselelerin ne denli tartışmalı ve tehlikeli olduğunun ayırdına tam anlamıyla ancak filmin yapım aşamasına geçtikten sonra vardım. Endüstrinin gerçeklerini ifşa eden aktivistlerin yüzleştiği tehdidin boyutları başlı başına korkutucu, fakat beni asıl endişelendiren hükümetin uyguladığı baskılar ve hukuki mücadeleler çünkü bu gezegende gerçekten çok az bir zamanımız kaldı. Kendim için ve kişisel sağlığım için duyduğum kaygılar, kökten bir değişim gerçekleşmediği takdirde bu gezegende yaşayan herkesin başına geleceklerin yanında hiçbir önem ifade etmiyor. Böylesi bir durumda korkularıma yenik düşüp susamazdım.

VM: Çevre konusunda samimi bir hassasiyet gösteren insanlar, fabrika çiftçiliği ve hayvanlara yapılan muamelenin o çok önem verdiklerini söyledikleri biricik şeye etkisini sizce neden görmezden geliyorlar?

Keegan Kuhn: İnsanların hayvan çiftçiliğinin gerçeklerine bakmayı reddetmelerinin sanırım pek çok nedeni var. İlki ve en önemlisi, bu endüstrinin tam manasıyla nasıl bir dehşete yol açtığından toplumumuzda çoğu kişinin hâlâ habersiz olması. Ana akım medyanın fabrika çiftçiliğinden bahsetmek istememesinin nedeni finansal ve siyasal bağlantıları. Hatta alternatif medya bile, bu kez de konuya ilişkin kişisel yaklaşımları nedeniyle, yine eğilmeye yanaşmıyor. Aslında vicdan ve merhamet sahibi olan pek çok kişi, bu meseleyi birçok açıdan oldukça tedirgin edici buluyor ve biraz da bu nedenle yüzleşmekten kaçınıyorlar. Çünkü bu endüstrinin gaddarlıklarıyla yüzleşmek eyleme geçmeyi de gerekli kılıyor ve çoğu insan değişmek istemiyor.

VM: Çekimlerin durdurulmasını engellemek için çeşitli önlemler almanız gerekti ya da tarım endüstrisinin acımasızlığını ifşa etmek istediğiniz için hedef gösterildiniz. Peki tüm bunların üstesinden gelmeyi başarabildiniz mi ve bunu yaparken ne gibi engeller aşmanız gerekti?

KA: Yapım süresince sessizliğimizi hiç bozmadık. Büyük bir web sitesine gitmedik ya da yaptığımız şeye çok fazla dikkat çekmek istemedik. Hakkında doğru düzgün konuşmaya başlamadan önce bu filmi bitmiş hale getirmemiz gerektiğini biliyorduk. Yine de böyle bir film yapmanın yarattığı bazı ihtilafları engellemeyi başaramadık. İşin daha en başında finansal destekçilerimizi kaybettik çünkü bunun tehlikeli ve riskli bir film olacağını anlamışlardı. Bu da filmi tamamen kendi başımıza finanse etmemiz gerektiği anlamına geliyordu.

Indiegogo[1] kampanyanız sayesinde şu ana dek 70.000 doların üstünde bir para topladınız ki başlangıç hedefiniz olan 54.000 dolardan epey fazla bir miktar ve ne kadar da çabuk toplandı! Bu kampanyanın getirdiği sesten biraz bahseder misiniz ve sizce neden bu kadar çok destek gördü?

KK: Tanıtım filmini yayınladığımız andan itibaren aldığımız tepkiler ve kampanyaya olan ilgi inanılmazdı! Filmin pek çok çevrede yankı uyandıracağını biliyorduk aslında ama bu denli yoğun bir destek göreceğimizi hiç düşünmemiştik! İlk hedefimiz olan 54.000 dolara altı günde ulaştık. Biz de bu hedefi 108.000 dolara çekerek filmin çıkışında daha fazla şey yapabileceğimiz düşündük: ondan fazla dilde altyazı ve farklı dillerde dublaj hazırlama ve öğretmenlerin okullarda kullanabileceği ve her yaşa hitap eden 50 dakikalık eğitici bir derleme gibi. Dışarıda sürdürülebilirlik konusuna içten bir ilgi gösteren ve bunun yeteri kadar anlatılmamasından son derece rahatsız olan o kadar fazla insan var ki, aldığımız tepkinin bu denli yoğun olmasının nedeni de bence bu.

VM: Bu filmin yapımı sırasında sizi en çok şaşırtan şey neydi?

KA: Bu filmin yaparken beni en çok şaşırtan hayvancılığın vahşi yaşam üzerinde yarattığı etkiyi öğrenmek oldu diyebilirim. Hükümet, çiftçilerin ve hayvan çiftçiliği lobilerinin istekleri doğrultusunda kamusal arazilerde yaşayan on binlerce vahşi atı sistematik olarak yerinden ediyor çünkü çiftçiler otlakların hem kendi hayvanlarını hem de vahşi atları beslemeye yetmeyeceğini düşünüyor. Hayvancılık endüstrisi salt bununla da kalmıyor ve kurt, dağ aslanı ve koyote gibi iri yırtıcıları avlaması, tuzaklar kurması ve öldürmesi için hükümete baskı yapıyor. Çünkü onlara göre bu hayvanlar işletmeleri için birer tehdit unsuru.

VM: Peki bu filmi tam da şu zamanda önemli kılan nedir?

KK: Artık iklim değişikliği ile çevre kirliliği görmezden gelinemeyecek bir durumda. İnsanlar uyanışa geçti ve ampulleri değiştirmenin ve dişlerinizi fırçalarken musluğu kapamanın yaklaşan ekolojik felaketten bizi kurtaramayacağını anladılar. Haberleri takip eden herkes, yarattığımız çevresel sorunları çözebilmek için çok az bir zamanımız kaldığını açıkça görebilir. Bu durumda hepimizin yapması gereken, son 30 yıldır konuşup durduğumuz “temiz enerji” tartışmalarının bizi nereye getirdiğine bakmak olmalı. O zaman herkes bütünüyle yeni bir tartışma başlatmamız gerektiğini anlayacaktır.

VM: Filminiz tamamlandığında ana akımda yer almasını sağlamak için ne gibi yöntemlere başvuracaksınız?

KA: Biz bu filmin mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaşmasını istiyor ve bunu mutlak bir gereklilik olarak görüyoruz. Başta ülke çapında, ardından da uluslararası boyutta bir gösterim turu düzenlemeyi planlıyoruz. Tabii bugün başta belgeseller olmak üzere filmlerin daha çok Netflix ve iTunes gibi ağ üzerinden yayın yapan platformlardan izlendiğini de biliyoruz. Amacımız filmin değerini de gözeterek mümkün olduğu kadar ulaşılabilir kılmak.


     




COWSPIRACY hakkında daha fazla bilgi için bkz.: http://cowspiracy.com/
çeviri: veganist





[1] indiegogo.com çeşitli projelere sermaye oluşturmak için kitle-fonlaması hizmeti veren uluslararası bir sitedir.


22 Ağustos 2014

The Cry of Nature: Art and the Making of Animal Rights’ın yazarı Stephen F. Eisenman ile Söyleşi – Kim Stallwood


Bu kitabı yazmanız için size ilham veren şey neydi?

25 yıl vejetaryendim, yaklaşık beş yıldır da veganım. Ayrıca on yıl kadar önce nispeten yeni bir araştırma alanı olan Hayvan Araştırmaları’yla ilgilenmeye başladım.

Fakat The Cry ofNature’ı asıl 2008 yılında yazmaya karar verdim. Abu Ghraib hapishanesinde çekilen fotoğraflardan oluşan kısa bir kitabım (The Abu Ghraib Effect, 2007) yayınlandıktan sonra, insan hakları ile hayvan hakları meselesinin aslında birbirinden hiçbir farkı olmadığını anladım! Hayvanlar da insanlar gibi hissedebilen, empati sahibi canlılar. Onlar da güzel bir yaşam için sevgi, özgürlük ve dostluğa gereksinim duyuyorlar. Ne var ki krallar, tiranlar, başkanlar onları öteden beri tüm bunlardan mahrum bırakıyorlar ve sıradan insanlar da bunu hep görmezden geldiler. Öte yandan müzelerde gördüğümüz başyapıtlar da genellikle ölü hayvanları ya da et parçalarını sanki doğal bir güzellikmiş gibi gösteriyorlar hep! Ben de şiddetin aslında anormal bir şey olduğunu yeniden göstermek istedim. Diğer yandan şiddeti, insanmerkezciliği ve hissedebilir canlıları birer eşyaya dönüştürmeyi reddetmiş sanatçıların yapıtlarına da ışık tutmak istedim.

Kitabın altbaşlığı “Art and Making of Animal Rights”. Sanatçılar hayvan hakları hareketinin başlamasına nasıl bir katkı sağladılar?

17. yüzyılda Rembrandt beden ve ruh, insan ve hayvan arasındaki Kartezyenci ayrım anlayışını reddetmişti. O, hayvanların ölüyken bile bir ruha sahip olduklarını göstermişti. Aynı şekilde William Hogarth ve George Stubbs da 18. yüzyılda, Fransız Romantik Theodore Gericault da 19. yüzyılda reddetti bunu. 18. yüzyılda modern hayvan hakları hareketini başlatan filozoflar da özellikle Hogarth’tan etkilenmişlerdi. Hogarth olmasaydı, John Oswald ve Joseph Ritson –ki her ikisi de hayvan haklarında birer öncüdür– asla o kitapları yazmış olmazlardı. Bu arada şunu da belirteyim, kitabımın adını da Oswald’ın muhteşem ve sıradışı olmasına karşın pek az okunmuş 1791 tarihli manifestosu The Cry of Nature – or AnAppeal to Mercy and to Justice on Behalf of the Persecuted Animals’tan aldım.

Hogarth’ın hangi yapıtlarıydı etkili olan?

Elbette bir tanesi pug cinsi köpeği Trump’ın portresi! Fakat asıl önemli olanlar The Four Stages of Cruelty başlıklı harika gravürleriydi. Hele baskıların iki tanesinde hayvanların uğradığı zulüm ansiklopedik bir gerçeklikle betimlenmiş ve izleyicinin vicdanını sarsma amacı taşıyor. Ve bunu da başarmış! Hogarth’ın en çok gurur duyduğu yapıtları bunlardı.

                                         William Hogarth, The First Stage of Cruelty, 1751


Pablo Picasso, Chaim Soutine, Francis Bacon, Damien Hirst ve Sue Coe gibi 20. ve 21. yüzyıl sanatçıları hakkındaki görüşleriniz neler? Sizce onlar hayvanları nasıl betimlediler?

Kim, bu gerçekten çok geniş kapsamlı bir soru ve bunun yanıtını da okuyucular ancak kitabı okuyarak öğrenebilirler. Ancak Hirst haricindekilerin türcülüğün acımasız klişelerini şu veya bu şekilde reddettiklerini söyleyebilirim. Coe ise elbette bugün hâlâ etkin olan en önemli ahlaki-sanatçılardan. Kendisi kişinin sanatında hem hünerli (desen, resim, baskı) olup, hem de toplumsal değişim bakımından güçlü bir etki yaratabileceğinin bir kanıtıdır. Coe’nun bir başına veganlaştırdığı insan sayısı, tüm hayvan refahı gruplarınınkinden daha fazladır!

Sue Coe, Go Vegan and nobody gets hurt, ahşap baskı, 2010


Peki şu anki çalışmalarınızın merkezinde de yine hayvan hakları mı var? Eğer öyleyse bundan da biraz bahseder misiniz?

Evet, bu meseleyi ardımda bırakmam söz konusu değil. Şu anda 18. yüzyılın sonlarında ve daha sonrasında Hayvanların Temsili hakkında yazıyorum. Daha önce yaşanmış tüm mücadelelerde ezilen grup kendi özgürlüğü için bizzat savaşmıştır. Hayvanların da farklı olmadıklarını –örneğin Londra’daki Smithfield Pazarı’na getirilenler– ve zulmedenlerin bu durumun gayet bilincinde olduklarını keşfettim. Bu kulağa biraz çılgınca gelebilir ama ben titiz bir akademisyenim ve bunu size kanıtlayabilirim! Smithfield’de Rampant boğaları özgürlükleri için savaşırken öldürüldüler. Koyunlar ise öylesine dokunaklı sesler çıkarıyorlardı ki etraftan destek olmak için bir sürü insan toplanmıştı bir keresinde. Bu yıl İngiltere ve ABD’de katılacağım konferanslarda tam da bu vakalar üzerine görsellerle birlikte konuşmalar yapacağım, o nedenle lütfen gelin ve kendi gözlerinizle görün.

Ama sen de çok iyi biliyorsun ki ilim ve irfan tek başına yeterli değil. Ben de son zamanlarda işin eylem yönüne giderek daha fazla kaymaya başladım. Kanımca her ikisi de birbirini destekler nitelikte ve ben de Northwestern’deki öğrencilerime bunu öğretmeye çalışıyorum. En iyi âlim harekete geçen âlimdir.


         


Kim Stallwood hayvan hakları üzerine yazılar kaleme alan bağımsız bir akademisyendir. Pek çok hayvan hakları örgütünde bilfiil görev alan Stallwood'un 2014'te yayınlanan son kitabının başlığı Growl: Life Lessons, Hard Truths, and Bold Strategies from an Animal Advocate 

çeviri: veganist



01 Ağustos 2014

Gazze'nin Unutulan Kurbanları / Michael Mountain





İntihar bombacısı olarak kullanılan bir eşek ve bir çiftlikte gerçekleşen katliam; İsrail ile Filistin arasında süren gerilimde insan olmayan hayvanların hedefe dönüştüğü örneklerden yalnızca iki tanesi. Savaş insana özgü bir pratik ve diğer hayvanların bütünüyle yabancı oldukları bir olgu. Oysa çıkardığımız tüm savaşlara onları da sürüklemekten çekinmiyoruz –onları ya birer askermişçesine kullanıyor ya da öldürürken ve yuvalarını yok ederken en ufak bir tereddüt dahi etmiyoruz.

Şu anda İsrail ile Gazzeli Filistinliler arasında süren çatışma arasında kalan hayvanlar üzerine pek fazla haber yapılmıyor ancak, bu hafta içinde öne çıkan birkaç öykü var.

Bir tanesini İsraillerin Gazze’nin Şaaf bölgesini bombalamasının ardından bölgeye giden The Daily Telegraph’tan bir muhabirin harap olmuş bir çiftliğe rastlamasıyla öğreniyoruz. Bu çiftlikteki onlarca inek yaralanarak ölürken, geriye kalanlar da ya susuzluktan ya da açlıktan ölmüşler.

Bir diğer haber ise üzerine bomba yerleştirilip İsrailli askerlere doğru ilerlemesi sağlanan bir eşeğin dramı. Durumu fark eden askerler eşeği havaya uçuruyorlar. Resmi bir askeri blog olayı şöyle aktarıyor:

Bir eşek birliğimize doğru şüpheli bir şekilde yaklaşmaya başladı. Birlik eşeğe doğru ilerledi ve güvenli bir mesafeden havaya uçurdu. Vukuat, IDF (İsrail Savunma Kuvvetleri) hiçbir tahribat görmeden sonuçlandırıldı.

Saldırılar sırasında havan topundan saçılan bir şarapnel parçasıyla yaralanmasına karşın sağ kalmayı başaran bir baykuşu ise, Gazze sınırındaki bir kibbutzda veterinerlik okuyan bir genç kurtarmış. Şarapnel baykuşun başına isabet etmiş, gagası kırılmış ve sağ gözü kör olmuş. Aldığımız son bilgiye göre durumu iyiye gidiyor ve belki bir gün tekrar doğal ortamına salınabilecek.

Şimdilerde Gazze’nin tüm sokakları eşekler, atlar ve birçok diğer hayvanın ölü bedenleriyle dolu. Yıkılan binaların altında kaç tane kedi ve köpeğin kaldığını, kaç tane çiftlik hayvanın havaya uçurulduğunu ya da ölüme terk edildiğini hiç kimse bilmiyor. Ateş hattında kalan ya da tankların ezip geçtiği bölgelerde yaban yaşamın aldığı tahribatın ve savaşın diğer canlılar üzerinde yarattığı dehşetin boyutlarını da asla tam olarak öğrenemeyeceğiz.

Ve eğer içinizde “biz” (Ortadoğu gibi bölgelerde yaşayan “onlar”ın aksine) savaştığımız zaman asla böyle davranmayız diyen varsa yalnızca kendini kandırıyordur. Bizler de aynısını, hatta çok daha kötülerini yapıyoruz –Ortadoğu çöllerinde zaten kırılgan olan yaşamı ezip geçen Amerikan savaş makinelerinin kıyımı; derisi ve kimi organları insanla benzerlik gösterdiği için özellikle domuzlar üzerinde dirikesim labarotuvarlarında denenen savaş silahlarımızla.


   Topyekûn savaş: Atlar için hazırlanan bir gaz maskesinin denenmesi (İngiltere)



İngiliz askerler Danimarka'daki eğitimlerinde canlı bir domuz üzerinde atış talimi yapmak için hazırlık yapıyorlar (konu hakkında daha fazla bilgi için PETA: Gizli askeri eğitim tesisi)

Çeviri: veganist
Kısaltılarak çevrilen metnin orijinali için bkz.: http://www.earthintransition.org/2014/07/in-israel-gaza-war-animals-pay-price/



25 Temmuz 2014

Vegan Protein Tozu Tarifi




Spor sonrası smoothie’leriniz için evde kolayca hazırlayabileceğiniz bu vegan protein tozuyla vücudunuz çok daha verimli ve sağlıklı bir şekilde yenilenecek. Türkiye’de hazır vegan protein tozu piyasada bulmak imkânsız gibi. Evde hazırlanan bu karışımın protein oranı hazır olanlara göre elbette daha düşük ancak herhangi bir katkı maddesi olmayışı, işlenmiş maddeler barındırmaması artı yönleri. 

Malzemeler

Yarım çay bardağı kenevir tohumu
Yarım çay bardağı çiğ keten tohumu
Yarım çay bardağı çiğ susam
2 Çorba kaşığı chia -ya da çia- tohumu ***
2 tatlı kaşığı spirulina tozu


Hazırlanışı

Tüm malzemeleri bir rondo veya sırf bu iş için ayırabileceğiniz elektrikli veya mekanik bir kahve değirmeninde (en etkili yöntem) çekmeniz yeterli. Tohumlar çekildikten sonra çok çabuk okside oldukları için hazırlanan karışımı cam bir kavanoza koyduktan sonra buzdolabında saklayın ve en fazla bir hafta içinde tüketin. 1 litre smoothie için 2 tepeleme çorba kaşığı karışım yeterli olacaktır ancak miktarı isteğe göre artırabilirsiniz.

***
Chia tohumunu tarife Türkiye'de marketlerde satılmaya başladıktan sonra ekledim. Bu tohumun protein oranı oldukça fazla. Fiyatı diğerlerine göre yüksek olmakla birlikte bir kez alınca epey bir süre idare edebiliyor. Tabii farklı tariflerde kullanım sıklığınıza bağlı olarak bu süre değişebilir. Ancak eklemeniz önerilir. Bu tohum çok fazla su tuttuğu ve sıvıların kıvamını ciddi oranda artırdığı için eklendiği smoothielere oldukça güzel bir kıvam veriyor. Fakat, chia tohumlarını asla kuru kuru çiğneyerek tüketmemek ve her zaman sıvılara katarak içmek gerekiyor zira tohumlar ıslanır ıslanmaz yapışkanlaşmaya başladıklarından yemek veya soluk borusuna yapışıp orada şişmeye başlayabilirler ve bu da tıbbi müdahale gerektirebilecek ciddi sorunlara yol açabilir.


nutritiondata.com sitesinde malzemelerin besin değerlerini gösteren linkler:

Susam tohumu: http://nutritiondata.self.com/facts/nut-and-seed-products/3157/2
Kenevir tohumu: http://nutritiondata.self.com/facts/custom/629104/2
Keten tohumu: http://nutritiondata.self.com/facts/nut-and-seed-products/3163/2
Chia tohumu: http://nutritiondata.self.com/facts/nut-and-seed-products/3061/2
Spirulina: http://nutritiondata.self.com/facts/vegetables-and-vegetable-products/2765/2

Örnek yeşil smoothie:

1 muz
1 elma (blenderınız güçlüyse soymadan çekirdekleriyle olduğu gibi atın)
Ispanak ya da kara lahana (miktarı ortalama bir blenderın yarısını dolduracak kadar ayarlıyorum ben, dilerseniz azaltıp çoğaltabilirsiniz; saplarını da iyice yıkamak kaydıyla koyabilirsiniz)
1 kivi (soyulmuş)
1 portakal (soyulmuş)
1/2 limonun suyu
1/2 litre bitkisel süt veya su (kıvamı çok koyu olursa daha fazla da konabilirler)
Ve son olarak ev yapımı protein tozunuzdan 2 Tepeleme Çorba Kaşığı ekleyip cihazınızın motor gücüne göre bir-iki dakika veya daha uzun süre iyice karıştırın ve fazla bekletmeden soğuk olarak tüketin.

Muz, elma ve portakal, limonun ekşi tadını bastırırken ıspanak veya kara lahananın tadını çok fazla hissetmeyeceksiniz. Limon, portakal ve kivideki C vitamini demir emilimini artırdığı için hepsini ya da birinden birini her içeceğe koymakta fayda var. Daha tatlı bir içecek isterseniz üzüm pekmezi de eklenebilir. 


Not:
Bu protein tozu tarifini paylaşmamızı tetikleyen en önemli etken Reebok firmasının crossfit atletlerine yönelik hazırladığı ve ayakkabı kutularında "şık" bir şekilde bacon (domuz pastırması) pazarlamasını içeren bir habere rastlamamız oldu. Son dönemlerde pek çok atletin etik veya sağlık/performans gibi gerekçelerle vegan beslenmeye geçiş yaptığı düşünüldüğünde, Reebok'ın bu tuhaf hamlesinin ardında et endüstrisinin bir rolü olup olmadığı sorusu da akla gelmiyor değil. 

Vegan atletlerle ilgili bilgi edinmek için bkz. http://www.greatveganathletes.com/


13 Haziran 2014

Barışçıl Eylemlerin Suç Sayılması İçin Gösterilen İnanılmaz Çaba / Will Potter - TED Konuşması

11 Eyllül’ün üzerinden henüz bir yıldan daha az bir zaman geçmişti, ve ben de o sıralar Chicago Tribune’de vurulma ve cinayet gibi olaylarla ilgili haberler yazıyordum; o dönem benim için oldukça karanlık ve depresifti. Daha önce üniversite yıllarımda bazı eylemlere katılmıştım. Bu doğrultuda hayvan testine karşı olan yerel bir grubun ses getirmesine yardım etmek için aralarına katıldım. Pozitif bir şeyler yapmak açısından bunun güvenli bir yol olduğunu düşünürken bir anda her şey ters gitti ve hepimizi gözaltına aldılar. Polis, broşür dağıtırken çekilmiş bulanık bir fotoğrafımı kanıt olarak kullandı.

Hakkımda açılan davalar düştü düşmesine ancak olaydan birkaç hafta sonra kapımı iki FBI ajanı çaldı ve bana eğer protestocu grupların arasına sızıp FBI için casusluk yapmazsam adımı yerel teröristler listesine kaydedeceklerini söylediler. Size en ufak bir korku hissetmediğimi söylemek isterdim fakat dehşete kapılmıştım. Bu korkum yatıştıktan sonra bu kez de tüm bunların nasıl olabildiğini öğrenmek benim için bir saplantı haline geldi. Hiç kimseyi incitmemiş olan hayvan hakları ve çevre eylemcileri nasıl olmuştu da FBI’ın bir numaralı yerel terör tehdidi haline gelmişti.

Bundan birkaç yıl sonra Kongre, hazırladığım raporla ilgili beni ifade vermeye çağırdı. Ben de meclis üyelerine şunu söyledim: Bugünlerde herkes yeşilci olmaktan bahsederken, bazı insanlar ormanları savunmak ve petrol boru hatlarını durdurmak için kendi hayatlarını riske atıyorlar. Balinaları korumak için bedenlerini avcıların zıpkınları karşısında siper ediyorlar. Hepsi de sıradan insanlar ve İtalya’da bir anda dikenli tellere tırmanıp denek olarak kullanılan beagleları kurtaranlar da yine onlar gibi protestocular. İşte tüm bu hareketler son derece etkili ve yaygın oldukları için 1985 yılında karşı taraf eko-terörist denen yeni bir kavram icat ediveriyor ve onlara bakışımızı değiştirme yoluna gidiyor. Bu kavram resmen uyduruluyor.





Şimdi de bu şirketler, maddi kayba yol açan eylemleri terör suçuna dönüştürmek için hazırlanan Animal Enterprise Terrorism Act (Ticari Hayvan Teşebbüsleri Terörizm Yasası, AETA) ile de desteklenmeye başladı. Öte yandan pek çok insanın böyle bir yasanın varlığından haberi bile yok; ki buna Kongre üyeleri de dahil. Bu yasa tasarısı geçerken Kongre’deki üye sayısı %1 bile değildi. Çoğu dışarıda yapılan bir anma törenine katılmıştı. Eğer hayvanlar veya çevre adına olsaydı eylem biçimini terörizm olarak yaftalayacakları Martin Luther King’e methiyeler düzmekteydiler.

Destekçiler, bu yasanın aşırı uçtakilere karşı (vandallar, kundakçılar, radikaller) gerekli olduğunu söylüyorlar. Oysa tam şu anda TransCanada gibi şirketler polislere, şiddet uygulamayan protestocuları teröristlikle nasıl itham edeceklerini anlattıkları sunumlarla bilgi veriyorlar. FBI da eko-terörizmle ilgili belgeleri incelerken eylemlerin şiddet yönüne değil, aslında halkla ilişkiler yönüne bakıyor. Bugün pek çok ülkede şirketler, çiftliklerinde hayvanlara yapılan zulmün görüntülenmesinin yasadışı sayılmasını öngören kanunlar için baskı uyguluyorlar. Yalnızca iki hafta önce Idaho’da böyle bir uygulamayla karşılaştık. Ne var ki bunun gazeteciliği tehdit ettiğini ve dolayısıyla da anayasaya aykırı olduğunu gerekçe göstererek dava açtık.





Bu tarz ifşalara karşı açılan ilk dava da, bir mezbahanın hemen dışında buldozerle taşınmaya çalışılan bir ineği sokaktan geçerken gören Amy Meyer adında genç bir kadına karşıydı. Amy ise hepimizin yapacağı bir şey yapmıştı: Bu olayı kaydetmişti. Onun hikâyesini duyduğumda yazmaya karar verdim ve bu öylesine büyük bir infiale yol açtı ki davacılar tüm suçlamaları geri çekmek durumunda kaldılar.

Ancak görünen o ki, bu tür olayları ifşa etmenizi bile tehdit olarak algılıyorlar. Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası sayesinde terörle mücadele biriminin makalelerimi ve şu anda yaptığım gibi olan konuşmalarımı izlediğini öğrendim. Hatta yazdığım kitapla ilgili küçük bir not bile düşmüşler; kitabımı “ikna edici ve akıcı”olarak tanımlamışlar. Bir sonraki kitabımın tanıtımına koymak sizce de iyi bir fikir olmaz mı?

Aslında tüm bu olup bitenlerin amacı bizleri korkutmak. Ancak bir gazeteci olarak eğitimin gücüne olan inancım tam. Ve bizim de en güçlü silahımız şavkın ışığı.

Dostoyevski, insanın yaşamı boyunca ortaya koyduğu her şeyin ardında, bir piyano tuşu değil, ama bir insan olduğunu kanıtlama amacı olduğunu yazmıştı. İktidarı elinde tutanlar hakikati ve muhalifleri susturmak için tarih boyunca ve defalarca korku unsurunu kullandılar. Artık söylenmesi gerekenleri söyleme zamanı.



çeviri: veganist


06 Haziran 2014

Bir Oksimoron Olarak Et Tüketen Çevreci


Hayvan Çiftçiliği ve Çevre Felaketi
Kendini çevreci olarak gören pek çok kişi küresel kirliliğin bir numaralı nedeni olarak en çok otomobil endüstrisini lanetler. (Bunu anlamak için Environment California ve Sierra Club gibi “ana-akım” örgütler tarafından yazılanlara bakmanız yeterli.) Oysa hayvan çiftçiliği, çevresel bir felaketten söz edeceksek eğer hiç kimsenin görmek, yüzleşmek ya da konuşmak istemediği en can alıcı meseledir aslında. Ormanların yok olmasının, hava ve su kirliliğinin başlıca nedeni hayvan çiftçiliğidir. Dolayısıyla et, yumurta ve süt ürünü tüketmeye devam eden bir kimse kesinlikle çevreci olduğu iddiasında bulunamaz.




Aşağıda et, yumurta ve süt ürünlerinin ekosistem üzerindeki yıkıcı etkilerinin bir özeti yer alıyor:

Su Kirliliği
Environmental Protection Agency’nin (EPA) verdiği bilgiye göre fabrika çiftliklerinden nehirlere ve göllere bırakılan atık, var olan tüm endüstrilerin toplamından daha fazla. Yalnızca ABD’de gıda olarak üretilen hayvanların dışkıları, insan nüfusununkinden 130 kat daha fazla –saniyede 43 ton. Sıradan bir domuz çiftliğinden çıkan atık, 50.000 rakımlı bir kasabadan çıkana eşit. ABD’de tavuk, domuz ve ineklerin dışkıları en az 22 eyalette 56.000 km nehri ve en az 17 eyalette de yeraltı sularını kirletmiştir.

Dahası, son dönemde ıspanak, domates, fıstık, biber, kavun vd. bitkisel ürünlere de bulaşan E. Coli, salmonella ve listeriya salgınlarının da tek nedeni tavuk, domuz, hindi ve inek dışkısıdır. E. Coli, salmonella ve listeriyanın tek bir kaynağı vardır: BOK (insana ya da hayvana ait)! En nihayetinde kimse de kalkıp bunun sorumlusunun ıspanak, domates, fıstık, biber ve kavun olduğunu söyleyemez herhalde. Bu bitkilere E. Coli, salmonella ve listeriyanın bir şekilde bulaşmasının nedeni, eti, yumurtası ve sütü için hayvanları köleleştiren ve Amerika’nın göllerine, nehirlerine ve akarsularına her yıl 13,5 milyar ton gübre boşaltmak suretiyle su yollarını kirleten insanlardır. Bu kirli su da en nihayetinde tarlalarda kullanıldığı için, E. Coli, salmonella ve listeriya önce ekinlere, oradan da tüketiceye bulaşır. Asıl ürkütücü olan ise, çiftçilerin tonlarca YAŞ hayvan dışkısını doğrudan ekinlerin üzerine püskürtmeleridir. Şundan hiç kuşkunuz olmasın: TÜM E. Coli, salmonella ve listeriya vakalarının tek nedeni hayvan çiftçiliğidir.

Et, yumurta ve süt tüketen insanların talep ettiği kara hayvanı sayısı milyarlarla ölçülmektedir. Dolayısıyla ConAgra, Smithfield, Tyson, Perdue vs. gibi şirketler bu talebi karşılamak için milyarlarca kara hayvanını SERİ ÜRETİM yöntemleriyle çoğaltmaya çalışırlar. Kendi hallerine bırakılsalar asla bu oranlarda üremeyecek olan milyarlarca kara hayvanı demek de, trilyonlarca ton dışkı demektir.

Kimyasal Kirlilik
İnsan vücuduna giren böcek ilacının en büyük kaynağı da yine hayvansal ürünlerdir; çünkü, hayvandan hayvana bulaşan hastalıkların taşıyıcısı olan sinek ve sivrisinekleri öldürmek için et, süt ve yumurta endüstrileri milyarlarca hayvanı kimyasala boğar. Bu kimyasallar hayvanın derisindeki gözeneklerden vücuduna girmek suretiyle kalıcı olarak etine yerleşir ve orada depolanır. Bitkilerden alınan böcek ilacı oranı çok azdır; üstelik suyla yıkamak suretiyle arındırmak çok daha kolaydır. Ayrıca kimyasal sorununu tamamen ortadan kaldırmak isterseniz organik bitkileri satın alma şansınız da vardır. Elbette kimyasala maruz kalmamış bazı hayvansal ürünler de bulabilirsiniz (ki bu epey zor bir şeydir çünkü hayvanlar nadiren organik yemlerle beslenirler) ancak birkaç sorun daha vardır ki bu şekilde üstesinden gelinmesi imkânsızdır: Mezbahalarda yaşanan zulüm, hayvanların köleleştirilmesi; hayvansal proteinin sağlığa zararları; kazein; kolesterol; doymuş yağlar ve trans yağ asitleri; hayvan çftçiliğine dayalı çevre kirliliği ve küresel açlık. Şu da var ki hayvanlara yedirilen tahıllara püskürtülen böcek ilacının insan tüketimine yönelik tahıllara püskürtülenden en az iki en çok yirmi kat daha fazla olması tamamen hükümetlerin bilgisi dahilindedir!

Su Sarfiyatı
ABD’de kullanılan suyun neredeyse yarısını gıda olarak yetiştirilen hayvanlar tüketmektedir. Hayatta kalmak için hiç kimsenin bir hayvanı yemesi gerekmediği düşünüldüğünde (belki kutup veya çöl iklimlerinde yaşayanlar hariç) Amerika’da bulunan suyun % 50’sinin hayvan çiftçiliği için ziyan edildiği sonucunu çıkarabiliriz. Yalnızca yarım kilo et üretmek için yaklaşık 3000 ile 9500 litre su gerekirken, yarım kilo buğday için 94 litre su yeterlidir. Tek bir etçilin beslenmesi için gereken günlük su miktarı yaklaşık 16.000 litredir. Oysa vegan bir kişi için yaklaşık 1000 litre yeterlidir.

Toprak Sarfiyatı
ABD’de ekili alanların yaklaşık % 80’i gıda için yetiştirilen hayvanlar için kullanılmaktadır. Hayvanları besleyebilmek için ABD’de her yıl 105 milyon hektar ormanlık alan yok edilmektedir ve doğrudan ineklerin köleleştirilmesine bağlı nedenlerden ötürü her yıl 7 milyar ton tarım toprağı yitirilmektedir. Et, süt ve yumurta tüketen birinin iştahını bastırmak için bir vegana oranla 20 kat daha fazla tarım alanı kullanmanız gerekir.

Yağmur Ormanlarının Yok Edilmesi
Her gün yaklaşık 87 bin hektar yağmur ormanı, ki bu neredeyse New York kenti büyüklüğünde bir alandır, yok edilmektedir. Bunun bir kısmı inekleri otlatmak için kullanılırken, bir kısmı da hayvanların beslenmesi için ekilen tarım arazilerine dönüştürülür. Bu ölçüde bir ağaç kesimi ise pek çok orman sakinini yerinden eder ya da tamamen yok olmalarına sebep verir. Bu canlılar arasında 20-30 kadar bitki türü, 100’den fazla böcek türü ve onlarca kuş, memeli ve sürüngen türü yer alır. Şu da var ki, tıpkı mercan resiflerindeki biyokütle gibi yağmur ormanlarında yetişen bitki türlerinin de, tedavisi mümkün olmadığı sanılan hastalıkların sağaltılmasında kullanılabilecek, henüz keşfedilmemiş kimyasal bileşenleri oluşturmada en çok umut vadeden yegâne kaynak olduğu dile getirilmekte. Asıl vahim olan ise, iğne yapraklı ağaçlık alanların aksine tropik yağmur ormanları bir kez yok olduktan sonra yerlerine yenisi gelmesi asla mümkün olmamaktadır.

Enerji Sarfiyatı
Et, süt ve yumurta endüstrileri fosil yakıt tüketiminin baş müşterileridir. ABD’de kullanılan tüm hammadde ve fosil yakıt kaynaklarının üçte birini hayvansal gıda endüstrileri harcar. Bu bağlamda en verimli olan bir et fabrikası, kullandığı fosil yakıt enerjisinin yalnızca % 34,5'ini gıda enerjisine dönüştürebilir. Oysa küçük bir tarım işletmesinde bu oran % 328'dir. Diğer bir deyişle, en az verim elde edilen bitkisel bir gıda bile en fazla verim alınan hayvansal gıdadan enerji verimliliği bağlamında yaklaşık on kat üstündür!

Hava Kirliliği
İster küresel ısınmanın başlıca sorumlusunun insan olduğuna inanan katıksız bir liberal olun, ister gezegenin ısınmasının doğal bir döngü sonucu olduğunu düşünen koyu bir muhafazakâr olun, sanırım hepimiz şunda hemfikir olabiliriz: Atmosfere kasıtlı olarak azot oksit, metan ve karbondioksit salmak kirletmek anlamına gelir. Ve bu kirlilik gezegenin ve üzerinde yaşayan canlıların sağlığına zarar verme potansiyeli taşır. Liberaller ve muhafazakârlar şunu çok iyi anlamalıdır ki et, süt ve yumurta endüstrisi için yetiştirilen tüm hayvanların dışkısı, atmosfere son derece zehirli olan iki madde, yani azot oksit ve metan salar. Karbondioksit faktörüne gelince, hayvanların beslenmesi için yağmur ormanlarının yok edilmesinin çevre üzerinde yarattığı yıkıcı etkiye de pek az kişi değinir. Örnek vermek gerekirse, içten yanmalı bir motorda kullanılan 1 litre benzin atmosfere yaklaşık 2,5 kg karbondioksit salar. Öte yandan tek bir hamburgerin üretilebilmesi için gereken yağmur ormanı alanının temizlenmesi ve yakılması esnasında atmosfere 75 kg karbondioksit salınır.

Çevreyi korumak istiyorsanız veganlık her zaman olduğu gibi yine en iyi ve en etkili yöntemdir. Velhasıl, et, peynir, süt ve yumurta tüketen bir kişinin çevreci olduğu asla söylenemez.


çeviri: veganist

09 Mayıs 2014

Sosyalistler ve Hayvan Özgürlüğü

Socialists and Animal Rights başlıklı kitabın yazarı Jon Hochschartner’in SocialistWorker.org’a gönderdiği 25 Temmuz 2013 tarihli mektubu:

Günümüzde vejetaryen veya vegan olmak, hükümetlerin hayvan hakları aktivistlerine her koldan uyguladığı onca baskıya karşın hiç olmadığı kadar kolay bir şey. Küçük kasabalardan tutun da, New York’un merkezine kadar aklınıza gelen her yerde hayvansal ürün içermeyen çok çeşitli yiyeceğe ulaşmak mümkün. Harris Interactive Poll’un tespitine göre ülkede (ABD’de) vegan kişi sayısı 2009-2011 arasında iki katına çıkmış ve hızla artmaya devam ediyor. Oysa sosyalist sol, hayvan kullanımı/evcilleştirilmesi [domestication] meselesine eğilenlere karşı ketum ve düşmanca tutumundan hâlâ vazgeçmiş değil.

Bu, oldukça eskiye dayanan bir düşmanlık. Dr. Steve Best’in de vurguladığı gibi, Karl Marx ile Frederick Engels “hayvan hakları savunucuları, vejetaryenler ve dirikesim karşıtlarının tümünü, bağış toplayanlar, ölçülülük fanatikleri ve naif reformculardan oluşan bir küçük burjuva kategorisine tıkmıştır.” Leon Troçki de devrimci şiddete karşı çıkanlardan yakınmış ve ideolojilerini küçümsemek için şu sözleri kullanmıştı: “vejetaryen-Tarikatçı zırvalığı”.


Durum günümüzde de bundan çok farklı değil. Normalde saygı duyduğum bir yazar olan Paul D’Amato’nun SocialistWorker.org’daki köşesinde hayvan meselesi üzerine yazdıkları neredeyse cahilce bir trollük örneği: “Bir geyiği öldüren dağ aslanının türdeşleri tarafından yargılanma hakkı var mı peki?” gibi saçma bir soru ardından bir başka saçma soru daha sormuş: “İneklerin de inanç, ifade ve toplanma özgürlüğü olmalı mı?” D’Amato elbette bunları bıyık altından gülerek söylediğini belirtiyor belirtmesine ama “haklı bir tarafı da yok değil” demeyi de ihmal etmiyor. Devamında Adolf Hitler’in hayvanları koruma girişimlerinden dem vurup, hayvan hakları aktivistlerinin gizli birer Nazi olduğu iması da veriyor.

Mülkiyet ile Hayvanlar Arasındaki İlişkiye Dair



Hayvanlar doğrudan sahiplerinin mülkü olmaları nedeniyle, köle-olmayan insan işçilerden daha farklı bir varoluş durumuna sahiptirler. İnsan bir işçi ücret karşılığı çalışırken, üretim sürecinde yer alan bir hayvan, varoluşunu devam ettirebilme imkânı dışında herhangi anlamlı bir karşılık almaz. Bunun yerine bir hayvana doğrudan sahip olunur ve üretim çarklarını döndüren bir dişli parçası muamelesi yapılır. Hayvanlar aslında meta üretiminde ve buna bağlı olarak kâr amacıyla kullanılan hissedebilir, canlı makinelerdir. Onlar, üretim yapmak amacıyla satın alınan özel mülkiyetlerin çatısı altında yürütülen sistemin bir parçasıdırlar –insanlar için metalar, üreticiler içinse kâr getirmek üzere tasarlanmış karmaşık bir yapının girdilerinden biri gibi.

İşte tüm bu sistem –en azından kendi ölçeği bazında– özel mülkiyet olmaksızın var olamaz. Çağdaş ziraat pratiklerine baktığımızda, özel mülkiyetin insan emeğini sömürme biçimleriyle hayvan emeğini sömürme biçimleri arasında büyük benzerlikler olduğunu görüyoruz. Ne var ki bir hayvanın durumu, işçi sınıfından gelen ortalama bir insanla karşılaştırıldığında, çok daha vahim. Hayvanların günün sonunda dönebilecekleri bir evleri olmaz ve üretim yaptıkları mekânları terk etme seçenekleri yoktur. Doğrudan sahiplerine ait olan hayvanlar, insan üretiminin köleleridirler –daha çok özel mülkiyet yaratmak için kullanılan özel mülkiyetler.

Ücretli üretim sistemi içinde olan insanların durumunda, ürettikleri şeyin belli bir yüzdesine mal sahibi tarafından el konulur ki bu da bizi Proudhon’un (Pierre-Joseph) mülkiyetin hırsızlık olduğuna dair düşüncesine götürüyor. Öte yandan hayvanların ürettiklerinin tamamı mal sahibine gider ve burada asıl amaç maksimum kâr elde edebilmektir. Bu süreçte hayvanların bireysellikleri, duyarlıkları ve biyolojik ihtiyaçları tamamen üretim ve kâr çerçevesinde değerlendirilir.

08 Mayıs 2014

Center for Biological Diversity Türlerin Tükenmesini Beslenme Biçimimize Bağlıyor


ABD’nin önde gelen çevreci örgütleri, iş veganizmi desteklemeye geldiğinde neredeyse koşulsuz bir biçimde bunu yapmayı reddediyorlar. Bu yalnızca insanı deli eden bir tavır değil, ama hayvan tüketiminin azaltılmasının çevre üzerinde olumlu ve tartışmasız bir etkisi olduğu gerçeği düşünüldüğünde ironik de. Konuyla ilgili kendi girişimlerimle çevreci gruplarla birlikte çalışmak için attığım adımlar sonucunda karşılaştığım ve bu ihmalkârlıklarının başlıca nedeni olan körlükleri beni şaşkına çevirdi. Elbette ilk kez değil.

Yıllar önce 350.org adlı bir organizasyona, sera gazı emisyonunu azaltmak adına çok daha kolay uygulanabilir bir yöntem olarak veganizmi resmi olarak desteklemeyi düşünüp düşünmediklerini sormuştum. Verdikleri yanıt buna pek sıcak bakmadıkları oldu. Bana göre buna pek sıcak bakmamalarının esas nedeni çevreyi önemseyen fakat grubun karbon emisyonunu 350 ppm’ye düşürülmesi yolundaki hedeflerine ulaşmalarına yardımcı olmak için hayvanları yemekten vazgeçmeleri gerektiğinin söylenmesini istemeyen bağışçılarını kaybetme endişeleriydi. Bu gerçekçi olmaz demişlerdi, ki insan ve doğa arasındaki ilişkiyi yeniden yapılandırma amacı güden bir örgütün bu tavrı oldukça tuhaf. Çevreciler et tüketimi mevzusuyla ilgili genellikle şöyle bir çözüm önerirler: Eğer et tüketecekseniz bunu yeryüzünün doğal dengesini ve düzenini bozmayacak yöntemler kullanarak yapmalısınız. Yaban domuzlarının sayısı normalden fazla mı, öldürün ve yiyin. Deniz anaları aşırı mı ürüyor, öldürün. Böylesi bir etik anlayışın kendi içinde bir mantığı varmış gibi görünse de, bence asıl gerçekçi olmayan tavır tam da bu. Çünkü hayvanların yaşam haklarını hiç hesaba katmayan bu etik anlayışın mantığına göre hareket edersek, o zaman aşırı çoğalan insanları da öldürmemiz gerekmez mi?




Tüm bunlara karşın çevreci örgütler arasında en azından bir tanesinin –The Center for Biological Diversity–  bu et tüketimi meselesine dobra ve samimi bir kampanyayla yaklaşmasını görmek güzel. "Take Extinction Off Your Plate" sloganıyla et tüketiminin azaltılması çağrısı yapan örgütün doğru yönde attığı bu adımı izlemek ve desteklemek gerektiğini düşünüyorum. 


Yazar: James McWilliams
Çeviri: veganist
Kaynak: http://james-mcwilliams.com/?p=5059



AddThis