Socialists and Animal Rights
başlıklı kitabın yazarı Jon Hochschartner’in SocialistWorker.org’a
gönderdiği 25 Temmuz 2013 tarihli mektubu:
Günümüzde vejetaryen veya vegan olmak, hükümetlerin hayvan
hakları aktivistlerine her koldan uyguladığı onca baskıya karşın hiç olmadığı
kadar kolay bir şey. Küçük kasabalardan tutun da, New York’un merkezine kadar aklınıza
gelen her yerde hayvansal ürün içermeyen çok çeşitli yiyeceğe ulaşmak mümkün. Harris
Interactive Poll’un tespitine göre ülkede (ABD’de) vegan kişi sayısı 2009-2011
arasında iki katına çıkmış ve hızla artmaya devam ediyor. Oysa sosyalist sol,
hayvan kullanımı/evcilleştirilmesi [domestication]
meselesine eğilenlere karşı ketum ve düşmanca tutumundan hâlâ vazgeçmiş değil.
Bu, oldukça eskiye dayanan bir düşmanlık. Dr. Steve Best’in
de vurguladığı gibi, Karl Marx ile Frederick Engels “hayvan hakları savunucuları,
vejetaryenler ve dirikesim karşıtlarının tümünü, bağış toplayanlar, ölçülülük fanatikleri
ve naif reformculardan oluşan bir küçük burjuva kategorisine tıkmıştır.” Leon
Troçki de devrimci şiddete karşı çıkanlardan yakınmış ve ideolojilerini küçümsemek
için şu sözleri kullanmıştı: “vejetaryen-Tarikatçı zırvalığı”.
Durum günümüzde de bundan çok farklı değil. Normalde saygı
duyduğum bir yazar olan Paul D’Amato’nun SocialistWorker.org’daki köşesinde hayvan
meselesi üzerine yazdıkları neredeyse cahilce bir trollük örneği: “Bir geyiği
öldüren dağ aslanının türdeşleri tarafından yargılanma hakkı var mı peki?” gibi
saçma bir soru ardından bir başka saçma soru daha sormuş: “İneklerin de inanç,
ifade ve toplanma özgürlüğü olmalı mı?” D’Amato elbette bunları bıyık altından
gülerek söylediğini belirtiyor belirtmesine ama “haklı bir tarafı da yok değil”
demeyi de ihmal etmiyor. Devamında Adolf Hitler’in hayvanları koruma
girişimlerinden dem vurup, hayvan hakları aktivistlerinin gizli birer Nazi
olduğu iması da veriyor.
Anarşist cepheye baktığımızda da durum hemen hemen aynı.
Örneğin LibCom.org’un ağırlıklı olarak Londra menşeli özgürlükçü komünistlerinin
yazdığı forumlara bir göz atın ve aslında hiç de kötü insanlar diyemeyeceğimiz
bu kişilerin vejetaryen veya veganlar hakkında neler düşündüklerini okuyun. Göreceksiniz
ki İngilizlerin et yemeye olan düşkünlükleriyle nam salmaları hiç de boşa
değilmiş.
Oysa hayvan hakları aktivistleri her zaman ilerlemeci
değişim hareketlerinin bir parçası olmuşlardır. Örneğin İskoçyalı vejetaryen
John Oswald, Jakobenler’in bir üyesi olarak Fransız Devrimi’ne katılmış ve
monarşist güçlere karşı savaşırken hayatını kaybetmiştir. Yine bir vejetaryen
olan Elisee Reclus, 1871’deki Paris Komünü’ne katılmış, bu nedenle tutuklanmış
ve sürgün edilmiştir. Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine en büyük darbeyi vuran
hareketi başlatan Mahatma Gandhi de bir vejetaryendi. Bir vegan olan Cesar
Chavez ise ileride Çiftçiler Birliği sendikasına dönüşecek örgütün
kurucularındandı.
Bu örnekler çoğaltılabilir elbette. Ancak ben daha çok,
gelecek tahayyüllerinde hayvanlara da yer vermiş başka tarihsel figürler bilen
okuyucuların anlatacaklarını duymak isterim. En çok da liderleri kadın veya
derisi farklı olan ya da açık bir sınıf mücadelesi vermiş kişiler hakkındakileri.
Cesar Chavez
George Orwell Hayvan Çiftliği’nin önsözünde, bu satirik
romanının ana metaforunu şöyle açıklar: “İnsanların hayvanları sömürme biçimi
ile zenginlerin işçileri sömürmesi arasında hemen hiç fark yok.” Bob Torres ve
David Nibert gibi modern hayvan hakları aktivistleri de yükselişe geçen eleştirel
hayvan araştırmaları alanına Marksist düşünceyi enjekte ederek, bu birleştirici
temayı daha da detaylandırmışlar. Ne var ki benzer bir çabaya
anti-kapitalistlerde henüz rastlayamadık.
Ben elbette sosyalist solun bir anda veggie-burgerlere ve
badem sütünden yapılmış dondurmalara koşmasını beklemiyorum. Anti-kapitalistlerin
yaratmayı umdukları geniş çaplı hareket sonuçta kitlelerin bir yansıması
olacaktır. Ve veganizm de henüz kitlelere ulaşmış değil. Bunun bir nedeni de vegan
seçeneklerin –en azından işlenmiş olanlar– yüksek fiyatlı olmalarının insanları
kısıtlaması ki bu da ölçek ekonomilerinin devreye girmesiyle değişecek.
Fakat asıl önemlisi sosyalist soldan gelenlerin hayvan
hakları aktivistlerine gösterdikleri tepkinin diğer insanlardan çok daha
fazla olması. Düşük ücretli meslektaşlarım insan olmayanlar hakkındaki
görüşlerimi egzantrik ve seçkinci buluyor olabilirler ancak onlar asla
sosyalist solun yaptığı gibi düşüncelerime karşı zehir zemberek ve küçümseyici
bir tavır göstermiyorlar.
Benim teorime göre şu anda ağırlıklı olarak beyaz-yaka
işçilerden oluşan sosyalist solun büyük bir bölümü, yanlış yola sapmış bir uvriyerizmi
(işçicilik), yani, kapitalist sistemin en alttaki tabakasıyla bir bağ kurmaya
çalışırken aslında mavi-yaka kültürünün kaba bir karikatürünü yücelten bir anlayışı
benimsemiş durumda.
İşçi sınıfının daha ayrıcalıklı olan kesimine göre mavi-yaka
işçilerin hayvan sömürüsüne karşı genel kayıtsızlığı onların belirleyici
özelliklerden biri ki bu aslında açıkça bir aşağılama. Üstelik bu sosyalist
sınıf anlayışına da aykırı. Sosyalistlere göre ekonomik gruplar, yeme alışkanlıkları,
kültür ve hatta gelir düzeyine göre tanımlanamaz. Asıl belirleyici olan kişinin
üretim araçlarıyla olan ilişkisidir.
Benim kişisel sınıf mücadelesi geçmişim de elbette kusursuz
değil ancak utanacağım bir durum da olmadı. SocialistWorker.org’dan tutun da Z Magazine’ kadar pek çok solcu dergide
yazılarım yayınlandı. Occupy hareketine etkin olarak katıldım ve bu nedenle
birkaç günüm nezarethanede geçti. İşverenime sendikalaşmanın önünü kesmeye
çalıştığı için dava açtım ve tazminat vermesini sağladım.
Mütevazı da olsa kendi payıma düşen katkıyı yaptığıma
inanıyorum. Fakat ben aynı zamanda bir veganım ve sosyalist çevrelere bunu
açıkladığım zaman bir soytarıymışçasına alaya alınacakmışım hissine kapılmaktan
da artık gerçekten bıktım usandım.
çeviri: veganist