resim

09 Mayıs 2014

Mülkiyet ile Hayvanlar Arasındaki İlişkiye Dair



Hayvanlar doğrudan sahiplerinin mülkü olmaları nedeniyle, köle-olmayan insan işçilerden daha farklı bir varoluş durumuna sahiptirler. İnsan bir işçi ücret karşılığı çalışırken, üretim sürecinde yer alan bir hayvan, varoluşunu devam ettirebilme imkânı dışında herhangi anlamlı bir karşılık almaz. Bunun yerine bir hayvana doğrudan sahip olunur ve üretim çarklarını döndüren bir dişli parçası muamelesi yapılır. Hayvanlar aslında meta üretiminde ve buna bağlı olarak kâr amacıyla kullanılan hissedebilir, canlı makinelerdir. Onlar, üretim yapmak amacıyla satın alınan özel mülkiyetlerin çatısı altında yürütülen sistemin bir parçasıdırlar –insanlar için metalar, üreticiler içinse kâr getirmek üzere tasarlanmış karmaşık bir yapının girdilerinden biri gibi.

İşte tüm bu sistem –en azından kendi ölçeği bazında– özel mülkiyet olmaksızın var olamaz. Çağdaş ziraat pratiklerine baktığımızda, özel mülkiyetin insan emeğini sömürme biçimleriyle hayvan emeğini sömürme biçimleri arasında büyük benzerlikler olduğunu görüyoruz. Ne var ki bir hayvanın durumu, işçi sınıfından gelen ortalama bir insanla karşılaştırıldığında, çok daha vahim. Hayvanların günün sonunda dönebilecekleri bir evleri olmaz ve üretim yaptıkları mekânları terk etme seçenekleri yoktur. Doğrudan sahiplerine ait olan hayvanlar, insan üretiminin köleleridirler –daha çok özel mülkiyet yaratmak için kullanılan özel mülkiyetler.

Ücretli üretim sistemi içinde olan insanların durumunda, ürettikleri şeyin belli bir yüzdesine mal sahibi tarafından el konulur ki bu da bizi Proudhon’un (Pierre-Joseph) mülkiyetin hırsızlık olduğuna dair düşüncesine götürüyor. Öte yandan hayvanların ürettiklerinin tamamı mal sahibine gider ve burada asıl amaç maksimum kâr elde edebilmektir. Bu süreçte hayvanların bireysellikleri, duyarlıkları ve biyolojik ihtiyaçları tamamen üretim ve kâr çerçevesinde değerlendirilir.

Sermayenin izlediği süreçlerin etkileri çoğu zaman hayvanların bedenleri üzerinde doğrudan bir iz bırakır. Piliçler –henüz dört aylıkken kesilen tavuklar– hızlı büyümeleri ve çabuk kilo almaları için özel olarak üretilirler; böylelikle daha erken kesilebilirler ve dolayısıyla üreticiye kâr olarak geri dönüş süreleri de kısalır. Ne var ki bu da tavuklar açısından bazı sorunlara neden olur: İskelet bozuklukları, ani kalp krizleri ve sıklıkla da beden ağırlığındaki dengesizlik nedeniyle ayakta duramamak gibi. Hindiler de aynı şekilde yaban akrabalarının aksine hem daha hızlı büyüyecek, hem de daha çok “beyaz” et verecek –çünkü tüketiciler bunu talep eder– şekilde üretilirler. İnsanların çıkarları için evcilleştirilmiş hayvanların tümünde benzer bir model temel alınır: Üretim ve kâr hedeflerine ve gereklerine uymaları için bedenleri değiştirilen ve bu yapılırken yatırımcı veya üretici için hızlı kâr getirmeleri dışında herhangi yaşamsal bir değer taşımayan hayvanlar dünyanın her yerinde rastlamak mümkündür.


Tüm meta üretim biçimlerinde olduğu gibi hayvansal olanların üretiminde de en az maliyetle en çok kâr elde etme amacı güdülür. Bu ekonominin doğal mantığı olarak görülen bir şey ancak içinde çoğu zaman gözden kaçan bir sömürü mantığı da saklıdır. Daha önce de ifade ettiğim gibi sermaye yaratmak için geliştirilen özel mülkiyet, işçilerden çalınan değerlerin bir sömürü birikimini içerir. Sömürüye dayalı toplumsal bir düzenin vücut bulmuş hali olan özel mülkiyet, güçlünün zayıf üzerinde kurduğu hâkimiyet üzerine inşa edilir. İnsan emeğinin söz konusu olduğu durumlarda kişinin emeğinden başka satacak bir şeyi olmaması bunun en açık kanıtıdır. Dahası, özel mülkiyetin işletilmesi, sermayedarın bu toplumsal düzenin devamlılığını sağlamasına olanak sağlar. Eğer işçi yalnızca kıt kanaat geçinmesine yetecek kadar kazanırsa, sürekli çalışmak zorunda kalacaktır. Özel mülkiyetin bu bağlamda da onu doğuran toplumsal düzeni devam ettirdiğini görebiliriz.

İnsanların çıkarlarına hizmet eden hayvansal üretimdeki özel mülkiyet de yine benzer özellikler taşır ve yine benzer biçimde tahakküm sınırlarını genişletir. Hayvanlar da meta üretmek veya bizzat birer metaya dönüşmek için çalışırlar ve bunu da salt insanlara ait bir mülk olarak yaparlar. Bu ilişki biçiminden bahsederken genellikle kulağa asil gelen kavramlar kullanılır: Hayvanların “bakımları”ndan “ziraatçilik” diye bahseder, veya, onların “refahlarını” koruduğumuzu söyleriz. Oysa insan-hayvan ilişkilerinde geçen bu pastoral ve teselli verici kavramların altında, hayvanı doğal yaşamından mahrum bırakırken, üreticiye değer sağlayan bir sömürü sistemi yatmaktadır. İnsan emeğinde özel mülkiyet nasıl sistematik bir sömürüyü temsil ediyorsa, aynı durum hayvan emeğinde de geçerli. Bu anlayışı biraz daha genişletirsek, hayvansal üretime yapılan döngüsel yatırımda mülkiyetin bizzat hayvanların acıları ve ıstıraplarından oluşan bir birikim formuna dönüştüğünü söyleyebiliriz. Hayvanların sömürülmesi amacıyla işletilen sermaye, daha fazla sermaye elde etme amacı taşır ki devamında da daha fazla sömürü için yatırıma dönüştürülür. İnsanları emeklerini satmaya mecbur bırakan sefaletin devamlılığını sağlayan bu yatırım döngüsü, hayvanları da insanlar için 7 gün 24 saat, tüm yaşamları boyunca ve çoğu zaman aşırıya varan yoksunluk şartları altında üretmeye zorlayarak aynı sefalet politikasını sürdürür. Hayvan üreticisinin giderek artan özel mülkiyetleri, kâr sağlamak ve insanların arzuların tatmin etmek uğruna üretime zorlanan hayvanların kanıyla yıkanmıştır. Hayvan emeğini ve bedenini işletme güdüsü devreye girdiğinde, hayvanların birer özne olmaları, acı çekebilmeleri ve ıstırabı en yoğun haliyle deneyimleyebilmeleri hiçbir önem taşımaz. Özel mülkiyet bu durumu sürekli kılarken, daha fazla kazanma arzusu da bu sürekliliği zaruri kılar.

Özel mülkiyet ilişkileri metalaştırmanın yanında, kâr uğruna ve hayvansal ürünlere olan merakımızı karşılamak için hayvanlara gereksiz bir şiddet uygulayarak daha da çok acı çekmelerine neden olur. Toplum ve ekonomimizle iç içe geçmiş olan hayvan sömürüsünün köklerini ne kadar derine indiğine bakarsak eğer, hayvanların mülkiyet olarak sınıflandırılmalarının bu bağlamda kesinlikle azımsanmaması gereken merkezi bir olgu olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Hayvanaları mülk olarak sınıflandırmamız, onları en önemsiz arzularımız için bile kaynak olarak görüp rahatlıkla sömürebilmemizi sağlayan anlayışın temelini oluşturmakta. Bundan dolayı, mülk sahibi olarak bizlerin arzuları ne zaman mülkümüzün çıkarlarıyla çatışsa, durum her zaman bizim lehimize sonuçlanır; en başta da, hayvanları aslında pek de korumayan ve çiftlik hayvanlarını da zaten dışlayan refahçı kanunlardaki belirsizlikler nedeniyle, bir bakıma onlara canımız ne isterse yapabiliriz. “Bir insanın çıkarının önemsiz fakat bir hayvanınkinin temel teşlil ettiği durumlarda dahi –resmen ölüm kalım meselesi olan durumlardan bahsediyorum– insanların lehine karar verilir. Kaldı ki bu seçim aslında mülkiyet sahibinin çıkarı ile bir mülk parçasınınki arasında olmaktadır. Olası tüm ‘çıkar çatışmaları’nın sonuçları da önceden belirlenmiş durumda.” Bu mülkiyet ilişkisi biçimi, ekonomiye, toplumumuza ve kanunlarımıza tamamen nüfuz etmiş durumdadır. Daha önce köpeğim Emmy üzerinden verdiğim örneğe dönersek, kanunlar bana onun üzerinde tam bir sahiplik hakkı tanıyor. Ve ben de bu mülkiyet hakkımı canım nasıl isterse kullanabilirim: Onu satıp kâr elde edebilirim, borç alırken teminat olarak gösterebilirim ya da benim için çalışmaya zorlayabilirim. Hatta eğer istersem onu bilime bağışlayabilir, üzerinde deneyler yapılması için bir laboratuvara satabilirim. Kanunlar önünde bu eylemlerin tümü tamamen yasal ve bu hayvan mülkü parçasının sahibi olarak benim mutlak hakkım. İşte mülkiyet ilişkisini hayvanlara uyguladığımızda, onları tamamen insanların keyfine bırakıyor ve şiddet içeren, bitmek bilmeyen bir tahakküm biçimine dönüştürmüş oluyoruz.


Kısaltılarak çevrilen metnin kaynağı:
Bob Torres, Making A Killing (AK Press, 2007) içinde "Property and Animals" s. 114-120
Çeviri: veganist 

AddThis