Hayvanlar doğrudan sahiplerinin mülkü olmaları nedeniyle, köle-olmayan insan işçilerden daha farklı bir varoluş durumuna sahiptirler. İnsan bir işçi ücret karşılığı çalışırken, üretim sürecinde yer alan bir hayvan, varoluşunu devam ettirebilme imkânı dışında herhangi anlamlı bir karşılık almaz. Bunun yerine bir hayvana doğrudan sahip olunur ve üretim çarklarını döndüren bir dişli parçası muamelesi yapılır. Hayvanlar aslında meta üretiminde ve buna bağlı olarak kâr amacıyla kullanılan hissedebilir, canlı makinelerdir. Onlar, üretim yapmak amacıyla satın alınan özel mülkiyetlerin çatısı altında yürütülen sistemin bir parçasıdırlar –insanlar için metalar, üreticiler içinse kâr getirmek üzere tasarlanmış karmaşık bir yapının girdilerinden biri gibi.
İşte tüm bu sistem –en azından kendi ölçeği bazında– özel
mülkiyet olmaksızın var olamaz. Çağdaş ziraat pratiklerine baktığımızda, özel
mülkiyetin insan emeğini sömürme biçimleriyle hayvan emeğini sömürme biçimleri
arasında büyük benzerlikler olduğunu görüyoruz. Ne var ki bir hayvanın durumu, işçi sınıfından gelen
ortalama bir insanla karşılaştırıldığında, çok daha vahim.
Hayvanların günün sonunda dönebilecekleri bir evleri olmaz ve üretim yaptıkları mekânları terk etme seçenekleri yoktur. Doğrudan sahiplerine ait olan
hayvanlar, insan üretiminin köleleridirler –daha çok özel mülkiyet yaratmak
için kullanılan özel mülkiyetler.
Ücretli üretim sistemi içinde olan insanların durumunda, ürettikleri
şeyin belli bir yüzdesine mal sahibi tarafından el konulur ki bu da bizi
Proudhon’un (Pierre-Joseph) mülkiyetin hırsızlık olduğuna dair düşüncesine götürüyor. Öte
yandan hayvanların ürettiklerinin tamamı
mal sahibine gider ve burada asıl amaç maksimum kâr elde edebilmektir. Bu
süreçte hayvanların bireysellikleri, duyarlıkları ve biyolojik ihtiyaçları
tamamen üretim ve kâr çerçevesinde değerlendirilir.
Sermayenin izlediği süreçlerin etkileri çoğu zaman
hayvanların bedenleri üzerinde doğrudan bir iz bırakır. Piliçler –henüz dört
aylıkken kesilen tavuklar– hızlı büyümeleri ve çabuk kilo almaları için özel
olarak üretilirler; böylelikle daha erken kesilebilirler ve dolayısıyla üreticiye
kâr olarak geri dönüş süreleri de kısalır. Ne var ki bu da tavuklar açısından
bazı sorunlara neden olur: İskelet bozuklukları, ani kalp krizleri ve sıklıkla
da beden ağırlığındaki dengesizlik nedeniyle ayakta duramamak gibi. Hindiler de aynı
şekilde yaban akrabalarının aksine hem daha hızlı büyüyecek, hem de
daha çok “beyaz” et verecek –çünkü tüketiciler bunu talep eder– şekilde
üretilirler. İnsanların çıkarları için evcilleştirilmiş hayvanların tümünde
benzer bir model temel alınır: Üretim ve kâr hedeflerine ve gereklerine
uymaları için bedenleri değiştirilen ve bu yapılırken yatırımcı veya üretici
için hızlı kâr getirmeleri dışında herhangi yaşamsal bir değer taşımayan hayvanlar dünyanın her yerinde rastlamak mümkündür.
Tüm meta üretim biçimlerinde olduğu gibi hayvansal
olanların üretiminde de en az maliyetle en çok kâr elde etme amacı güdülür. Bu
ekonominin doğal mantığı olarak görülen bir şey ancak içinde çoğu zaman gözden
kaçan bir sömürü mantığı da saklıdır. Daha önce de ifade ettiğim gibi sermaye
yaratmak için geliştirilen özel mülkiyet, işçilerden çalınan değerlerin bir
sömürü birikimini içerir. Sömürüye dayalı toplumsal bir düzenin vücut bulmuş
hali olan özel mülkiyet, güçlünün zayıf üzerinde kurduğu hâkimiyet üzerine inşa
edilir. İnsan emeğinin söz konusu olduğu durumlarda kişinin emeğinden başka
satacak bir şeyi olmaması bunun en açık kanıtıdır. Dahası, özel mülkiyetin
işletilmesi, sermayedarın bu toplumsal düzenin devamlılığını sağlamasına olanak
sağlar. Eğer işçi yalnızca kıt kanaat geçinmesine yetecek kadar kazanırsa,
sürekli çalışmak zorunda kalacaktır. Özel mülkiyetin bu bağlamda da onu doğuran
toplumsal düzeni devam ettirdiğini görebiliriz.
İnsanların çıkarlarına hizmet eden hayvansal üretimdeki özel
mülkiyet de yine benzer özellikler taşır ve yine benzer biçimde tahakküm
sınırlarını genişletir. Hayvanlar da meta üretmek veya bizzat birer metaya
dönüşmek için çalışırlar ve bunu da salt insanlara ait bir mülk olarak
yaparlar. Bu ilişki biçiminden bahsederken genellikle kulağa asil gelen kavramlar
kullanılır: Hayvanların “bakımları”ndan “ziraatçilik” diye bahseder, veya,
onların “refahlarını” koruduğumuzu söyleriz. Oysa insan-hayvan ilişkilerinde
geçen bu pastoral ve teselli verici kavramların altında, hayvanı doğal
yaşamından mahrum bırakırken, üreticiye değer sağlayan bir sömürü sistemi
yatmaktadır. İnsan emeğinde özel mülkiyet nasıl sistematik bir sömürüyü temsil
ediyorsa, aynı durum hayvan emeğinde de geçerli. Bu anlayışı biraz daha
genişletirsek, hayvansal üretime yapılan döngüsel yatırımda mülkiyetin bizzat
hayvanların acıları ve ıstıraplarından oluşan bir birikim formuna dönüştüğünü
söyleyebiliriz. Hayvanların sömürülmesi amacıyla işletilen sermaye, daha fazla sermaye
elde etme amacı taşır ki devamında da daha fazla sömürü için yatırıma
dönüştürülür. İnsanları emeklerini satmaya mecbur bırakan sefaletin
devamlılığını sağlayan bu yatırım döngüsü, hayvanları da insanlar için 7 gün 24
saat, tüm yaşamları boyunca ve çoğu zaman aşırıya varan yoksunluk şartları
altında üretmeye zorlayarak aynı sefalet politikasını sürdürür. Hayvan
üreticisinin giderek artan özel mülkiyetleri, kâr sağlamak ve insanların
arzuların tatmin etmek uğruna üretime zorlanan hayvanların kanıyla yıkanmıştır. Hayvan emeğini ve bedenini işletme güdüsü devreye girdiğinde, hayvanların birer özne olmaları, acı çekebilmeleri ve ıstırabı en yoğun
haliyle deneyimleyebilmeleri hiçbir önem taşımaz. Özel mülkiyet bu durumu sürekli kılarken, daha fazla kazanma arzusu da bu sürekliliği zaruri kılar.
Özel mülkiyet ilişkileri metalaştırmanın yanında, kâr
uğruna ve hayvansal ürünlere olan merakımızı karşılamak için hayvanlara
gereksiz bir şiddet uygulayarak daha da çok acı çekmelerine neden olur. Toplum
ve ekonomimizle iç içe geçmiş olan hayvan sömürüsünün köklerini ne kadar derine indiğine bakarsak eğer, hayvanların mülkiyet olarak sınıflandırılmalarının bu bağlamda kesinlikle azımsanmaması gereken merkezi bir olgu olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Hayvanaları mülk olarak sınıflandırmamız, onları en önemsiz arzularımız için bile kaynak olarak görüp rahatlıkla sömürebilmemizi sağlayan anlayışın temelini oluşturmakta. Bundan dolayı, mülk
sahibi olarak bizlerin arzuları ne zaman mülkümüzün çıkarlarıyla çatışsa, durum her zaman bizim lehimize sonuçlanır; en başta da, hayvanları aslında pek de korumayan ve çiftlik
hayvanlarını da zaten dışlayan refahçı kanunlardaki belirsizlikler nedeniyle, bir
bakıma onlara canımız ne isterse yapabiliriz. “Bir insanın çıkarının önemsiz
fakat bir hayvanınkinin temel teşlil ettiği durumlarda dahi –resmen ölüm kalım
meselesi olan durumlardan bahsediyorum– insanların lehine karar verilir. Kaldı ki bu seçim aslında mülkiyet
sahibinin çıkarı ile bir mülk parçasınınki arasında olmaktadır. Olası tüm ‘çıkar
çatışmaları’nın sonuçları da önceden belirlenmiş durumda.” Bu mülkiyet ilişkisi
biçimi, ekonomiye, toplumumuza ve kanunlarımıza tamamen nüfuz etmiş durumdadır. Daha
önce köpeğim Emmy üzerinden verdiğim örneğe dönersek, kanunlar bana onun
üzerinde tam bir sahiplik hakkı tanıyor. Ve ben de bu mülkiyet hakkımı canım
nasıl isterse kullanabilirim: Onu satıp kâr elde edebilirim, borç alırken
teminat olarak gösterebilirim ya da benim için çalışmaya zorlayabilirim. Hatta
eğer istersem onu bilime bağışlayabilir, üzerinde deneyler yapılması için bir
laboratuvara satabilirim. Kanunlar önünde bu eylemlerin tümü tamamen yasal ve bu hayvan mülkü parçasının sahibi olarak benim mutlak hakkım. İşte mülkiyet
ilişkisini hayvanlara uyguladığımızda, onları tamamen insanların keyfine bırakıyor
ve şiddet içeren, bitmek bilmeyen bir tahakküm biçimine dönüştürmüş oluyoruz.