resim

20 Şubat 2014

Veganizm Toplumsal Bir Adalet Hareketidir

Veganizm, kişinin nasıl besleneceğine, ne giyip giymeyeceğine, hangi kozmetik ve temizlik ürünlerini satın alacağına karar vermesinden çok daha fazlasıdır. Veganizm özünde bir adalet meselesidir. Veganizm, bir hayvanın kendi arzuları doğrultusunda yaşama hakkını adaletin temeli olarak konumlandıran toplumsal bir harekettir.

Aynı şekilde veganizmi savunmak da insanları vegan olmaları konusunda ikna etmekten çok daha büyük bir şeydir –her ne kadar işin en önemli yanlarından biri olsa da. Veganizm, hayvanları kullanan ve onların sırtından kâr elde eden endüstrilerle savaşmak demektir. Veganizm, hayvanları istismar eden ve sömüren endüstrileri koruyup kollayan hükümetlerle mücadele etmek demektir. Ve en nihayetinde veganizm, hayvanların istismarına izin veren ve bunu sürdüren bir topluluğa ulaşmak ve onları türcülük konusunda bilinçlendirmek demektir.

İnsanın doğal olarak üstün olduğu inancı, türcülüktür. Milyarlarca hayvanın esaret, işkence altında yaşaması ve öldürülmesini meşrulaştıran da işte budur. İnsanların evrenin merkezi olduğu düşüncesine karşı hayvanların yalnızca birer alt-tür olduğu iddiası etik değildir. Eğer tarihe bakarsanız, bir ırkın veya bir ülkenin üstünlük iddiasında bulunmasının neye yol açtığını görebilirsiniz: Soykırım. İnsanların, hayvanları üretmeye, yetiştirmeye ve öldürmeye başladığı ilk günden beri olan şey de asla sonu gelmeyen bir soykırım. Bu öyle bir soykırım ki, binlerce yıldır bir kez bile dur durak bilmemiş. Öyle ki, çoğalan insan nüfusu ve endüstrileşme bunu daha da artırmış.


Madrid'de 14 Aralık 2013'te düzenlenen gösteri

Bu doğrultuda veganizmin, türcülüğün yok edilmesine yönelik etkin çaba gerektiren bir toplumsal adalet meselesi olarak görülmesi gerekir. Sağlık, çevre raporları, kişisel gelişim veya veganlığın kişiye ne çok şey katacağına dair vaatlerle insanları manipüle etmek hayvanlara adalet ve eşitlik getirmez. Kişisel menfaatlere dayalı davranışlar ile adaletin hiçbir alakası yok. Adalet çoğunluğun iyiliği, bu bağlamda ise, hayvanların haklarıyla ilgili bir mevzu.

Kişi kendi iyiliği için bir beslenme seçimi yaptığında, hayvanlar kaybedecektir. Peki nasıl kaybetmiş olacaklar? Diyetler ve sağlık seçimleri rüzgâr gibidirler; her an yön değiştirebilirler. Örneğin glutenden beslenme gerekçeleriyle uzak duruyorum. Ama eğer canım çok çekerse ya da bir-iki bardak şarap içer ve glutenli bir şeyler yersem yalnızca beslenme seçimime ihanet etmiş olurum. Fakat ne kadar çok şarap içersem içeyim, veganizme ihanet etmiş olmam. Neden? Çünkü veganizm benim kişisel çıkarlarımın ötesinde etik bir seçim. Ben, hayvanlar için vegan oldum.

Yazar: Gary Smith
Çeviri: veganist



18 Şubat 2014

Richard Ryder: Türcülük Üzerine

Aşağıda “türcülük” kavramını ilk kez kullanan Richard Ryder’in kavram üzerine, kısa bir konuşmasının video kaydı ile kaydın çevriyazısının Türkçesini yayınlıyoruz. Richard Ryder (1940-) türcülük kavramını, insanlara tanınan haklardan mahrum bırakılan insan olmayan hayvanlara karşı yapılan ayrımcılığı tanımlamak için kullanmıştı. 1977-79 yıllarında RSPCA’ya (Royal Society for the Prevention of Cruelty to Animals) başkanlık yapan Ryder, Ağustos 1977’de Cambridge Trinity College’da ilk akademik hayvan hakları konferansını düzenledi. Bu konferans sonunda 150 kişi tarafından imzalanan “Türcülüğe Karşı Bildirge” (Declaration Against Speciesism) ortaya çıktı. Ryder’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları ise şunlar: The Political Animal: The Conquest of Speciesism (1998), Animal Revolution: Changing Attitudes towards Speciesism (1989) ve Victims of Science: The Use of Animals in Research (1975).

 “‘Türcülük’ kavramını ilk kez 1970 senesinde, diğer türlere karşı önyargılı tutumumuzu tanımlamak ve ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı gibi önyargılarımız ile benzerliğini ortaya koymak için kullandım. Amacım, aslında hepimizin akraba olduğunu göstermekti. Tüm türler, biyolojik ve evrimsel gelişim bakımından akrabadırlar. Ve bizler de, diğer türlere birer nesneymişçesine değil, evrimsel kuzenlerimiz olduklarını bilerek davranmalıyız.... Aslında birer hayvan olduğumuzu ve tüm diğer türlerle evrimsel bir akrabalığımız olduğunu Charles Darwin'in ilk kez dile getirişinden sonra geçen zaman içinde, gereken ahlaki sonucu çıkardığımızı açıkçası söylemek zor... Diğer hayvan türleriyle ilgili asıl önemli şey, onların acı çekebilen varlıklar olmalarıdır. Üstelik hayvanların acı çekebildiğine dair her gün daha da çok bilimsel kanıt sunuluyor. Bir kere sinir sistemlerimiz çok benziyor; keza acının deneyimlenişiyle ilişkili beyinde bulunan biyokimyasallar da. Dolayısıyla onların da acıyı ve stresi aynı şekilde yaşadıklarından emin olmamamız için hiçbir sebep yok –burada yüzlerce hayvan türünden bahsediyorum. Ben de ahlaki bir açıdan şunu söylüyorum: bir köpek veya bir fil ya da bir kedinin X değerinde çektiği acı, yine X değerinde acı çeken bir insanınkinden daha önemsiz değildir. Dolayısıyla acı söz konusu olduğunda, hangi ırktan veya cinsiyetten olduğunuz nasıl bir fark yaratmıyorsa, hangi türden olduğunuzun da bir önemi olamaz. Çekilen acı aynı acı. O halde ahlaki açıdan hepimiz aynı saygıyı görmeyi hak ediyoruz. Kimileri insanın sözde daha zeki, daha dindar, daha bağımsız veya daha özerk olduğunu ileri sürerek, bu özelliklerin bizi üstün kıldığı iddiasında bulunuyorlar. Ben de bu abartılı ve sözde farkların, ahlaki açıdan bir anlam ifade etmediklerini ve asıl meseleyle hiçbir alakaları olmadığını savunuyorum. Tek bir gerçek var, o da hepimizin acı çekebilen varlıklar oluşumuz... Ahlaki bağlamda en önemli ölçüt zekâ değil, acı çekebiliyor olmaktır. Profesörlere daha zeki oldukları veya rahiplere daha dindar oldukları için imtiyaz tanımayız. Toplumumuz buna müsaade etmez. Peki o zaman türlerle ilişkimiz söz konusu olduğunda, neden sırf biraz daha zeki olduğumuz için kendimize ahlaki bir ayrıcalık tanıyor ve daha fazla hak bahşediyoruz? Bunun hiçbir mantıklı açıklaması yok.”



Richard Ryder
metnin kaynağı: http://www.veganism.com/category/inequality/speciesism-2/
çeviri: veganist


16 Şubat 2014

“Speciesism: The Movie” Üzerine


Yönetmenliğini Mark Devries’nin yaptığı Speciesism: The Movie (Türcülük), fabrika hayvancılığı endüstrisinin çıplak gerçeklerini, acımasızlığını ve gaddarlığını gözler önüne seren bir belgesel. Belgesel yönetmenin deneyimlerini ve tanıklıklarını kaydettiği kişisel bir yolculuk. Devries bu yolculuk boyunca endüstrinin perde arkasındaki gerçeklere ilk elden tanık olurken, içsel bir dönüşüm de yaşamış. Aslında başlangıçta hayvan hakları örgütleri ile onların nasıl çalıştığına dair bir film yapmak için yola çıkan Devries, sonunda kendini hiç ummadığı bir âlemde bulmuş. Devries filmin beklenmedik dönüşümü karşısında bir parça gafil avlandığını da itiraf ediyor ve şöyle diyor:

“Bu film PETA gibi hayvan hakları örgütlerine odaklanacaktı, çünkü ilk başta asıl ilgimi çeken buydu. Fakat fabrika çiftliklerini gördükten ve Peter Singer gibi kişilerle konuştuktan sonra mevzunun sandığımdan çok daha derin olduğunu kavradım.”


Son yıllarda birbiri ardına hayvan odaklı muhteşem belgesel filmler yapılıyor, fakat Speciesism’i özel kılan Devries’in bu kişisel dönüşümü ve elbette fabrika hayvancılığının korkunç gerçeklerinden bihaber olan insanların gözlerini açması. Film, ahlak üzerine felsefi soruşturmalar yapmaya başladığında ise, çiftlik hayvanlarının berbat koşulları da farklı bir boyut kazanıyor. Adından da anlaşılacağı üzere bu film, insan hayatının hayvan hayatından daha değerli olup olmadığını sorguluyor ve şunu soruyor: Diğer varlıkları yalnızca bunu yapma gücümüz olduğu için kontrol etme hakkımız var mı? Richard Dawkins, Temple Grandin ve Gary L. Francione gibi akademik çevrelerden gelen kişilerle yapılan söyleşiler ise Devrie’nin argümanlarını daha oturaklı bir hale sokuyor ve filme güvenilirlik kazandırıyor.

Filmin de gözler önüne serdiği gibi fabrika hayvancılığı hayvanların sağlığını hiçe sayıyor. Hamilelikleri boyunca kıpırdayacak hiçbir yer olmayan sandık benzeri dar kafeslerde tutulan domuzlar ve benzer koşullardaki tavuklar, kafeslerde ölen türdeşlerinin bedenleriyle iç içe yaşamaya zorlanıyorlar. Fakat Speciesism’in tek yaptığı bu değil. Film aynı zamanda fabrika hayvancılığının yakın çevrelerde yaşayan insan topluluklarına verdiği zararları da mercek altına alıyor. Devries, küresel şirketlerin mide bulandırıcı atık tasfiye yöntemlerini, atıkların içme suyu kaynaklarına nasıl karıştığını ve yerel halkı nasıl zehirlediklerini de belgeliyor.

Speciesism: The Movie, fabrika çiftliklerinin hayvanlar ve insanlar üzerindeki olumsuz etkilerini paylaşmanın dışında, bu endüstriyle savaş halinde olan hayvan hakları aktivistlerinin düştüğü yanılgılara da işaret ediyor. Film, diyetlerinden yalnızca eti çıkarmakla yetinen vejeteryanlerin iyi niyet taşıdıklarını, ancak süt endüstrisinde ineklerin çok daha fazla ve uzun bir süreye yayılan acılar çektiklerini, dolayısyla en etkili yolun da veganizm olduğunun hakkını teslim ediyor.

Rutgers Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde profesör olan Francione de filmde bu noktayı şu sözlerle özetliyor: “bir bardak süt veya bir kap dondurmada, bir dilim biftekte olduğundan çok daha fazla acı vardır.”

Devries’in bu filminin fabrika çiftçiliği karşıtlarının çok daha fazla taraftar kazanmalarında ve insanların eylemlerinin yarattığı sonuçları yeniden düşünmelerinde oldukça etkili olacağına şüphe yok.




Speciesism: The Movie hakkında daha fazla bilgi edinmek için bkz.:
Kaynak: Anthony Armentano’nun  http://www.globalanimal.org/ da 27 Eylül 2013 tarihinde yayınlanan REVIEW OF “SPECIESISM: THE MOVIE”, A FILM THAT SPEAKS FOR THE SILENCED başlıklı yazısı
çeviri: veganist




15 Şubat 2014

"The Ghosts in Our Machine" Adlı Belgeselin Yönetmeni Liz Marshall ile Söyleşi

Liz Marshall ağırlıklı olarak toplum ve çevre meselelerini sinematik bir dille aktaran ve pek çok ödül kazanmış bir yönetmen, yapımcı ve yazar. Liz Marshall ayrıca epey üretken bir belgeselci: 1990’lardan bu yana dünyanın çok farklı yerlerinde, hayvan hakları; su hakkı; Afrika’da HIV/AIDS; sömürüye dayalı emek; küresel şirketler; cinsiyet; sansür baskısına uğrayan gazeteci ve yazarlar ile savaşın çocuklar üzerindeki etkilerine dek çok çeşitli konularda çektiği tam 11 belgesel var. Marshall’ın 2013 tarihli son belgesel filmi ise The Ghost in Our Machine (“Çarklardaki Hayalet” diye çevirmek belki daha yerinde olacaktır). Belgesel hem modern dünyanın çarkları içinde yaşayan hem de bu çarklardan kurtarılmış bazı hayvanların yaşamlarını konu alıyor. İnsan olmayan hayvanlardan oluşan belgesel karakterleri başarılı fotoğrafçı Jo-Anne McArthur’un yüreği ve lensiyle izleyiciye oldukça yakın bir temas yaşatıyor.  Aşağıda belgeselin yönetmeniyle yapılan ve 14 Kasım 2013’te Vegan Publishers sitesinde yayınlanan söyleşinin çevirisini okuyabilirsiniz.



          

14 Şubat 2014

Yumurta Endüstrisinin Gerçekleri

Üretimi
Yumurtlaması için üretilen civcivlerin tümü yaşamlarına kuluçkahane denen yerlerde başlar. Bu kuluçkahanelerde dünyaya gelen civcivlerin de yarısı erkektir. Yumurta endüstrisinin hiçbir işine yaramayan ve kâr getirecek kadar çabuk büyümeyen erkek civcivler dişi olanlardan hemen ayrılır ve öldürülürler. En yaygın öldürme yöntemleri ise civcivler hâlâ canlı ve bilinçliyken kıyma makinelerinden geçirmek ve açlıktan ya da boğularak can verdikleri büyük çöp kutularına atmaktır.

Bu dünyaya yumurtlaması için getirilmiş her bir tavuk, aynı zamanda, yaşamı elinden alınmış bir horoz anlamına gelir. Kuluçkadan çıktıktan sonra erkek civcivlerin ayrılma işlemi, insan olmayan hayvanlarla olan ilişkimizdeki çarpıklığın en canlı örneklerindendir. İnsan olmayan hayvanları kuşatan sosyal ve hukuki normlara göre, onların yaşamlarının içkinsel bir değeri yoktur; yalnızca ekonomik değerleri önem taşır ve bu bağlamda bu değerin tek ölçütü para edip etmedikleridir. Eğer hayatta kalmaları herhangi bir kâr sağlamıyorsa, tıpkı kullanılmış bir peçete gibi derhal “çöpe” atılırlar.

11 Şubat 2014

Süt Endüstrisinin Gerçekleri


Hayvan Hakları
İnekler acı çekebilen hissedebilir canlılardır, dolayısıyla insanların onları kullanma ve onlara kötü muamele etmek gibi bir hakları yoktur. Ne kadar iyi şartlarda bakılrsa bakılsın, bir başka canlının sütüne el koymak onun özgür olma hakkını ihlal etmek anlamına gelir –tüm yaşamını serbestçe dolaştığı yeşil bir merada geçirse bile.

Fabrika Çiftçiliği
Pek çok insan eğer inekler insani muamele görüyorlarsa süt içmenin bir sorun teşkil etmediği kanısındadır. Ancak fabrika çiftçiliği pratiklerine bakarsanız, ineklerin yaşamlarının yemyeşil meralarda geçmediğini de görürsünüz. Yalnızca bir kova alıp, ellerini kullanarak süt sağan çiftçilerin devri kapanalı çok oldu. Artık süt, meme iltihabına yol açan süt sağma makineleriyle elde ediliyor. İnekler, süt üretebilmeleri için doğurganlık çağına ulaşır ulaşmaz yapay yollarla dölleniyor. İnekler yaklaşık dört yaşına gelince, yani bu doğurma ve süt verme döngüsünü iki kez yaşadıktan sonra mezbahaya gönderiliyor; “harcanmış” olarak tanımlanıyorlar ve bu halleriyle artık ekonomik bir değerleri kalmıyor. Mezbahaya gönderilen inekler’in bir kısmı o kadar zayıf düşmüş oluyorlar ki, kendi başlarına ayakta bile duracak halleri olmuyor. Öte yandan normal şartlarda bir ineğin ömrü yaklaşık 25 yıl.


 Çin'de bir süt üretim çiftliği. İnekler başlarını bile oynatamadıkları kabinlerde neredeyse tüm gün makinelerle sağılıyorlar

PETA’nın verdiği bilgiye göre bugün inekler eskisine oranla çok daha fazla süt vermelerini sağlayacak kimi müdahalelerden de geçiyorlar:

Bugün Amerika’da süt çiftliklerinde bulunan ortalama inek sayısı 8 milyon -1950’lerdekinden yaklaşık 14 milyon daha az. Oysa 1950’de yıllık süt üretimi yaklaşık 53 milyar litreyken, 2004’te bu miktar artmış ve yaklaşık 78 milyar litreye ulaşmış. Normalde bu hayvanlar kendi yavrularına yetecek kadar süt üretecekken (günde 7-8 litre kadar), genetik müdahaleler, antibiyotikler ve hormonlar vasıtasıyla her inek yılda 8000 litre süt vermeye zorlanmaktadır (yani günde ortalama 23 litre). 

08 Şubat 2014

İnsan Vücudunun Yapısı Et Yemek İçin Uygun mu?

Beslenmenin Karşılaştırmalı Bir Anatomisi 
Batı ülkelerinde insanların ölüm nedenlerinin başında kalp ve damar hastalıkları ile kanser gelmektedir. Yapılan pek çok tıbbi araştırma, bu hastalıkların doğrudan beslenme alışkanlıkları ve yaşam tarzıyla ilişkili olduğunu göstermekte; American Heart Association (Amerikan Kalp Cemiyeti), American Cancer Society (Amerikan Kanser Birliği) ve Sağlık Dairesi Başkanlığı başta olmak üzere, pek çok oluşum Amerikalılara, hayvansal gıda tüketimini ciddi bir oranda azaltmalarını ve meyve, sebze ve tam tahıllardan oluşan bir beslenme biçimine geçiş yapmalarını salık vermektedir. Bu organizasyonların bitki ağırlıklı beslenmemizi öğütlemeleri ise akla ister istemez şu soruyu getiriyor:

İnsan Vücudunun Yapısı Et Yemek İçin Uygun mu? 
Beslenme konusunda pek çok araştırması bulunan Dr. Milton Mills dikkatini daha çok beslenmenin, kronik hastalıkların gelişimindeki rolüne veren biri. Stanford Üniversitesi’nin Tıp Fakültesinden mezun olan Mills, çalışmalarını Washington, D.C. bölgesinde pratisyen hekim olarak sürdürüyor.

AddThis