resim

28 Temmuz 2015

Tek-Taraflı Sömürü




Bugün insan-olmayan hayvanların seri-üretimi ve baskı altında olmaları, insanların uygarlık tarihi boyunca insan-olmayan hayvanları çok çeşitli biçimlerde kullanmalarının bir sonucu. Bu kullanım da, insan-olmayan hayvanların birer eşya olarak kavramsallaştırılmasına yol açmıştır. İnsan kullanımı ve tüketimine sunulmuş birer metaya dönüşmeleriyle birlikte, insan-olmayan hayvanların hissedebilir oldukları gerçeği görmezden gelinmiş ya da büsbütün inkâr edilmiştir. Bu hissedebilir canlılar birer nesneye indirgenerek kapitalist pazarda alınıp satılmış ve tüketilmiştir. Seri-üretilen ya da doğal yaşam alanları ve ailelerinden kaçırılan bu canlıları bekleyen tek bir şey vardır, o da türcü bir sistemin baskısı altında sürecekleri kısacık ve sefalet dolu bir hayat. Türcülüğe bir son vermek, insan-olmayan hayvanların özerkliğine saygı duymak anlamına gelir. Bu kesinlikle ayrılıkçılık olarak anlaşılmamalıdır. Türcülük karşıtlığıyla birarada yürütülen bir baskı karşıtlığı, insan-olmayan hayvanların çevre veya yaşam alanlarını iyileştirmek yanında, özerkliklerine de saygı duymak demektir. Özel mülkiyet sahipliğinin lağvedilmesiyle birlikte tüm insanlar ve insan-olmayan hayvanlar toprağı özgürce paylaşabilecektir.

Uygar insan hayvanlarının tarihi, insan-merkezci din ve felsefelerle meşrulaştırılan tek-taraflı bir sömürüyle şekillenmiştir. Hayatta kalabilmenin bir gereği olarak diğer canlılara muhtaç olmak veya onları kullanmak baskıcı bir uygulama değildir. Ancak kullanım tek-taraflı olduğunda, hiyerarşik ve baskıcı bir hale gelir. Ekosistem içinden belli bir grup hissedebilir canlı seçilip, tek bir türün hizmetine kaynak olarak sunulduğunda ve bu türün üyeleri de buna karşılık olarak aldıklarını geri vermediğinde, eşit menfaat ve özgürlük dengesi ortadan kalkar. Küresel uygarlık da, hiçbir şey geri vermeksizin sömürür. Bu bencillik, tek-taraflı sömürü ve tahakküm eylemi; sömürgeleştirme, emperyalizm ve türcülüğü tüm dünyaya yaymış durumda. Tek-taraflı sömürüye karşı mücadele de, kapitalizme ve tüm diğer baskı formlarına karşı kolektif bir otorite-karşıtı savaş vermekle yürütülebilir. Bu, aynı zamanda tüm hayvanların baskıdan arınmış bir birarada varoluştan faydalandıkları bir biyosfere, insan hayvanının da katılımı anlamına gelir. Baskı ve otorite anlayışları, tıpkı insanlar gibi evrim geçirmiştir. Tüm bunlara ek olarak insan hayvanı, domestikasyonun, yani uygarlığın yok edici bir güç olarak insan-merkezci sömürü ve türcülüğün katalisti olduğu gerçeğini görebilmektedir.  


çeviri: veganist

30 Kasım 2014

Beslenme Biçimi Kişisel Bir Mesele DEĞİLDİR! / Chris Grezo



Kimin ne yediğine kimsenin karışamayacağı ve veganların kendi yaşam biçimlerini başkalarına dayatmaya çalışmalarının yanlış olduğu, veganlık anlatanların en sık karşılaştıkları ezberlenmiş tepkilerden birisi.

Bu tepkide beni asıl rahatsız eden ise, öne sürülen savlara karşılık olarak insanların “yaşa ve yaşat” ya da “kişi kendinden sorumludur” gibi basma kalıp ifadeler öne sürmeleri ve konuya ne kadar sığ yaklaştıklarını görmek.

Elbette yaşam tarzı gibi gayet öznel bir seçimi başkalarına dayatmak doğru bir şey değil; bu onların kişisel özgürlüklerine müdahale etmek olurdu. Oysa tıpkı insan haklarında olduğu gibi, hayvan haklarına saygı göstermek de bir yaşam tarzı seçimi olamaz.

Fiili saldırı kişisel bir tercih midir?

Veganizmi yalnızca bir diğer yaşam tarzı seçimi olarak görmek hatalı bir tutum. Hayvanların gereksiz yere katledilmesi veya fabrika çiftçiliğinde yapılan işkenceler, herhangi bir kişinin saç şekli veya müzik zevkiyle kıyaslanamaz.

Hayvan haklarını ister savunun ister savunmayın, bunun etik bir inanç meselesi olduğu inkâr edilemez. Ve etik inançlar da, tıpkı idam cezasına yaklaşımınızda olduğu gibi, dövme seçiminiz veya kendinizi sağlıklı bir yaşama adamanız ya da zampara bir hayat sürme gibi tercihlerinizle mukayese edilemez. Veganizmi salt bir yaşam biçimine indirgemek, fiili bir saldırıyı kişisel bir zevk olarak görmeye benzer ki bu da yanlış bir yorumlamadır.




Bir başkasına suç işlemesi için para vermek

Yaşam tarzı seçimleri ya da kişisel zevklerin aksine etik inançların esas noktası, yalnızca kendiniz değil, herkes için geçerli olmalarıdır. Bir tecavüzcü bizden kendi değerlerimizi ona dayatmamamızı istediği zaman onu öylece salıvermeyiz. Ahlakın en temel esası onun salt bir kişisel tercih değil ama kamusal bir ödev olmasıdır. Etik bir meseleyi tartışmayı, eylemlerinizin hiç kimseyi ilgilendirmediği gerekçesiyle reddetmek, bizzat ahlakın doğasına aykırı olacaktır: “Bu nutuk atma meraklısı tecavüz karşıtları neden kendi yaşam tarzlarını bana dayatmaya çalışıyor ve beni içeri tıkıyorlar? Kendini beğenmiş götler!”

Şunu hatırlamakta fayda var: 1970’lere dek bir erkeğin karısına tecavüz etmesi tamamen yasaldı, ne var ki feminist hareket sayesinde bu canavarca ve etik dışı “yaşam tarzı seçimi” artık bir suç olarak kabul ediliyor. Bu tarz örnekler, mevcut yasaların ahlaki açıdan her zaman yararlı bir rehber olamayacağını hatırlatmak açısından önemli. 1970’lerde yasal olmasına karşın evlilik içi tecavüze engel olmaya çalışanlar ateşli feministlerken; 2013’te ise yine yasal olmasına karşın hissedebilir canlıların gereksiz yere öldürülmelerine karşı çıkan da bir vegan olacaktır.

Sizden meleklere inanmanızı beklemiyoruz. Sizden yalnızca gözleriniz açmanızı istiyoruz. Hayvan hakları savunucularının karşılaştığı bir diğer kötü niyetli tepki de, onları zor kullanarak herkesi kendi taraflarına çekmeye çalışan köktendincilerle karşılaştırmak. Ki bu da oldukça hatalı bir karşılaştırma.

Dini inançlar belirli varlıkların mevcudiyeti iddiası barındırırlar: tanrılar, melekler, ölüm sonrası hayat, ruh vb. Oysa veganlar insanların kanıtlanabilir olmayan bir şeylere inanmalarını sağlamaya çalışmazlar. Yaptıkları tek şey hayvanlara gereksiz yere işkence yapmanın ve onları öldürmenin meşruiyetini sorgulamaktır. Veganizmi dinle karşılaştırmak inanç ve ahlaki bir sav arasındaki farkı kavrayamamak demektir. Bu tıpkı kadın haklarını Vişnu inancının bir gereğiyle karşılaştırmaya benzer.

Meselenin asıl özü şu: Etik inançları, meleklere inanmakla ya da bir müzik türü tercih etmekle bir tutamazsınız. Etik inançlar, bir toplumda neyin esas ve önem teşkil ettiğine dair öne sürülen ciddi savlardır ve öyle “kişi kendinden sorumludur” gibi laflarla hafife alıp geçiştirilecek bir şey değildir.

İnsanlar hayvan hakları savunucularına “yaşa ve yaşat” ya da “kişi kendinden sorumludur” gibi iğneli sözlerle yanıt verdiklerinde, aslında kendi ağızlarından çıkanın anlamını görmezden gelmiş oluyorlar. Diğer hissedebilir canlıları öldürdüğünüzde, “yaşatmak” bunun neresinde?

Herkes müdahale edilmeksizin kendi kişisel zevklerini tatmin etme hakkına sahiptir. Ancak ve hiç kuşkusuz, adalet, bir yaşam biçimi tercihi olamaz.



çeviri: veganist
yazar: Chris Grezo


29 Eylül 2014

Veganizm Olarak Komünizm / Yazar: Percy Gauguin




Veganizm ve komünizmin her ikisi de, zulüm ve baskıdan kurtuluşu hedefleyen, tahakküm ilişkilerini yıkıp aşarak özgür bir dünya yaratma amacı güden hareketler. Öte yandan komünizmin gelişimi, her ne kadar çakıştıkları noktalar giderek daha belirgin bir hale gelse de, veganizmden çok daha farklı bir hat üzerinden ilerlemiştir. Veganizm — görünürde—  yönetici sınıfın bir aydınlanma sonucunda kölelerinin zincirlerini kırması gibi algılanıyor. Oysa bu hakikatten çok uzak. Hayvan özgürlüğü olarak veganizm, hayvanların hayvan değil, ama kardeş canlılar ve daha kökten yaklaşımıyla da kardeş kişiler olduklarının tanınması anlamına gelir. Gezegendeki bu engin yaşam denizinde insanlık ile hayvanlar âleminin geri kalanı arasında beslenmeye dayalı olmayan bağ, sanılandan çok daha fazla. Bu da komünist düşüncede, farklı bir mesele üzerine odaklanılması dışında, kolaylıkla kabul edilebilecek bir hakikat bir yandan da. Karşılıklı yardımlaşma ve işbirliği ilişkileri aslında her daim sömürü ve tahakküm ilişkilerinden daha fazla olmuştur; ne var ki ikincisinin egemenliği giderek artmaktadır. İşte işbirliği vasıtasıyla ortaya konmaya çalışılan bu baskılanmış hakikati gölgeleyen de, zaman içinde daha da sürekli bir hale gelen bu tür yıkıcı ilişki biçimleridir. Sosyal canlılar olarak varlığımızın temelleri karşısında duran iktidarın şiddeti, kendimizle kurduğumuz ilişkiyi de tahrif etmiştir. Daha da önemlisi bu şiddet, yarattığı dışlayıcı ötekilik üzerinden, kendimizi nasıl tanımladığımızı da belirlemiştir.

Veganizm, komünizmin zorunlu bir tamamlayıcısı olarak kabul edilmiyor; çünkü, pek çok komünist, hayvan madunluğunu hiyerarşik medeniyeti ayakta tutan şeylerden biri olarak görmüyor. İnsanın evrimi bağlamında Darwinciliğin hayvanlara biçtiği rol besin sağlamaktır; dolayısıyla hayvan tüketimini sorguladığınızda, bizzat doğayı sorgulamış olursunuz. Oysa köleliği ve dehşeti üreten devasa araziler ve fabrikalara “evrilmiş” bir dünyada bizden önce gelen hemen her şeyi sorgulamak gayet yerinde bir hareket. Şayet bu gezegen gelecekte özgür olacaksa, o gün geldiğinde eski haline pek benzememesi gerektiği bir gerçek. Çünkü taşları yerinden oynatmayan, her şeyi alt üst etmeyen bir devrim tahayyül etmek zor, hatta tutucu bir tavır olurdu.

Benzer bir tutumla komünizm, veganizmin mantıklı bir uzantısı olarak görülmüyor; ki tüm yaşam biçimlerinin eşit olduğuna dair kökten ve zoraki varsayımlardan hareket eden  veganizm de, piyasaların metalaştıran gücüne kolaylıkla teslim olup tüketimciliğe kapılabiliyor. Sıradan bir vegan hayvanlara acı çektirilmesine karşıdır; ancak, kullandığımız pek çok malın üretiminde mevcut olan insan acısını vegan pratik, kapitalist ideolojinin maskelemesinin de etkisiyle görmezden geliyor. Oysa besin sisteminin kendi içinde büyük oranda ucuz işgücü sömürüsüne dayandığı gayet açık. Bu bağlamda canlıların acı çekmesinden salt ziraat değil, tüm endüstriler fayda sağlıyor. Ve yaşamı biteviye parçalayan ve örseleyen de tüketimimizden ziyade bu sisteme katılıyor oluşumuz.

Bu iki özgürleşme hareketi aynı noktada birleşiyor birleşmesine ancak kapitalizmin manipülatif güçleri onların ayrılmaz bir bütün haline gelip kaynaşmalarına sürekli engel oluyor. Kapitalizmin daha samimi savunucuları bu ideolojiyi bireyler arasındaki büyük kapasite farklılıklarını öne sürerek meşrulaştırıyorlar –temizlikçi kadın temizlikçi kadın olmak zorunda çünkü elinden gelen tek şey bu. Ne yazık ki komünist ve anarşist etoburlar da hayvan tüketimini benzer bir biçimde meşrulaştırıyorlar –inekler besin olmalı çünkü başka bir şey olmaları mümkün değil. Oysa canlı yaşamı söz konusu olduğunda daha düşük bir potansiyele sahip olmak, daha yüksek bir potansiyele sahip bir başka sınıfa tabi olmayı meşrulaştıramaz –ilkinde servetin eşit paylaşımı söz konusuyken ikincisinde yaşamın özgürce deneyimlenmesi var. Bunu meşru kılabilmenin de tek yolu var, o da şiddet. Hakikat şu ki, tüm hayvanlar bilinç sahibidir ve buna bağlı olarak zevk ve acıyı deneyimleyebilirler. Öte yandan herhangi birine sırf daha az gelişmiş olduğu için boyun eğdirmek hiç kuşkusuz bir tahakküm pratiğidir.

Veganizmle çakıştığı noktada artık komünizm; proletaryacı demokrasi, üretimde kolektif mülkiyet, ücret sisteminin lağvedilmesi vb. gibi Marksist kavramlar çerçevesinde düşünülemez; çünkü bunlar yalnızca insanları ilgilendiren kavramlar. Burada aslolan birbirlerinden farklılarmış gibi gösterilen bu iki özgürleşme hareketini birleştiren eşitlikçi, sömürüye dayanmayan ve işbirlikçi bir üretim ilkesi. Komünizm de veganizm de temel olarak yaşamı savunur; ve her ikisini de yolundan saptıran tüm o ideolojik perdelemelere karşın, en nihayetinde aynı yönde buluşacaklardır. Yaşamdan ancak daha güçlü ve bütünü kucaklayan bir armoni içindeyken keyif almaya başlayabiliriz. Kişi, tüm yaşam biçimlerini karşılıklılığa dayalı bir komünün üyesi olarak onurlandırdığında ve tanıdığında, hem vegan hem de komünist olmuş olur.





çeviri: veganist
kaynak: http://speciesandclass.com/2014/08/23/communism-as-veganism/
yazar: Percy Gauguin
illüstrasyonlar: Sue Coe

27 Eylül 2014

Kullandığınız Yağ Kirli mi? Palm Yağı Endüstrisinin Çevreye Etkileri / Yazar: Zion Lights



Borneo dünyanın en büyük üçüncü adası ve kırk yıl öncesine kadar da yoğun ormanlarla kaplıydı. Siz bu satırları okurken bile oduncular Borneo’nun yağmur ormanlarındaki ağaçları hektar hektar kesmeye devam ediyorlar. Kestikleri ağaçların gövdelerini yakıyor ve bunun sonucunda atmosfere devasa boyutlarda sera gazı salınmasına neden oluyorlar. Daha sonra temizledikleri alanları palm yağı plantasyonlarına dönüştürüyorlar. Meyve ve çekirdeklerden elde ettikleri yağı, deterjan, çikolata ya da sabun gibi akla gelebilecek her çeşit ticari üründe kullanan dev şirketlere satıyorlar. İlk bakışta karşımızda sıradan bir ekonomik teşebbüs varmış gibi duruyor. Peki o halde palm yağını “kirli” yapan şey tam olarak ne?

Çevreye etkisi

Borneo’daki yağmur ormanlarında ağaçlar yok edilirken, bir yandan da doğal bataklık kömürü alanları da kurutuluyor ve daha sonra burada yapılan kazılar, atmosfere yüksek miktarlarda karbon salınmasına neden oluyor. Greenpeace’in Borneo’daki palm yağı endüstrisiyle ilgili hazırladığı Cooking the Climate başlıklı detaylı rapora göre, Güney-Doğu Asya’nın bataklık kömürü ormanlarının yakılması esnasında atmosfere salınan sera gazı miktarı 1.8 milyar ton. İstatistiksel açıdan bakıldığında bu gazlar, gezegenin yalnızca % 0.1’lik bir alanından, küresel ölçekte iklim değişikliğine yol açan salınımın % 4’üne karşılık geliyor. İşte bu ormansızlaştırılmış alanların da büyük bir bölümü palm yağı plantasyonları için kullanılıyor.


 


Ek olarak, tarım alanları açmak için devasa miktarlarda ağacın kesilmesi, yağmur ormanlarının nadide ve egzotik flora ve faunasını da yok ettiği için ekosistem de büyük zarar görüyor. Yalnızca tek bir plantasyon bile yağmur ormanlarındaki doğal biyoçeşitliliği kaybetmemiz için yeterli. Batılı çevrecilerin öteden beri mücadele ettikleri tek tip tarım kültürü uygulamaları sonucunda, uçsuz bucaksız alanlarda yalnızca tek tip tarım ürünleri bulabilen canlı türleri bu duruma uyum sağlamayı başaramadıkları için ya yerlerinden oluyor ya da yok oluyorlar. Yağmur ormanlarının var olduğu ilk günden beri birarada yaşayan canlı türlerinin, çevrenin ve habitatın ortadan kalkmasının ve palm yağı çiftçiliğinin verdiği zararların telafisi pek mümkün değil. Dünya Doğayı Koruma Vakfı’ndan (WWF) Junaida Payne’nin sözleriyle, bu tarz bir tarım tipinin yağmur ormanlarına taşınması “biyolojik çöller” oluşmasına neden oluyor.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) bir raporuna göre, Endonezya’da palm yağı için şimdiye dek sürdürülen ormansızlaştırma ve hâlâ devam eden yasadışı ağaç kesimi, 2022 yılına gelindiğinde ülkenin yağmur ormanlarının tamamen yok olacağına işaret ediyor.

Hayvanlara etkisi

Palm yağı endüstrisinin verdiği zararlarla ilgili en hararetli tartışmalardan biri de, nesli tükenme tehlikesi altında olan hayvanlar. Orangutan, Asya fili, Sumatra gergedanı ve Sumatra kaplanı, nesli tükenme tehlikesi altında olan canlı türlerinden yalnızca birkaç tanesi. Borneo ve Sumatra’daki yağmur ormanları orangutanların doğal yaşam alanları ve başka bir yerde hayatta kalmaları mümkün değil. ABD Büyük İnsansı Maymunlar Vakfı’nın (US Great Ape Trust) açıklamasına göre “Şayet olağanüstü önlemler alınmazsa, bu durum ilk büyük-insansı maymun tür tükenmesine dönüşebilir.”




İnsanlara etkisi

Palm yağı endüstrisiyle el ele giden büyük ölçekli ormansızlaştırma, yerli halkların da yerinden olmasına neden oluyor. Öteden beri yaşadıkları topraklarını ve yağmur ormanlarıyla olan ender ve sembiyotik ilişkilerini kaybediyorlar. Palm yağı plantasyonlarına yer açmak için bu bölgelerden zorla çıkarılan yerli topluluklar, başta yapılan ağaç kesiminin zaten yasadışı olması nedeniyle mücadele etme şansı da bulamıyorlar.



Peki bu durumun failleri kimler?

2010 yılında toplam palm yağı üretiminin % 3’ünü satın alan Unilever bu bağlamda başı çekmekte. Bu çevre düşmanı endüstriye yatırım yapan diğer büyük gıda şirketleri ise şunlar: Kraft ve General Mills, HSBC, ziraat devi Cargill ve gıda üreticisi Nestle. Endonezya’daki bataklık kömürü alanlarında palm yağı plantasyonlarına dönüştürenlerin başında gelenlerlerden bazıları ise Gilette, Burger King ve McCain. 

Palm yağı endüstrisine devasa yatırımlarda bulunan başka popüler markalar da var elbette. Kellogg’s gevrekleri, Hovis ekmekleri, Cadbury’s çikolataları, Flora margarini, Persil deterjanı ya da Premier Foods’a ait herhangi bir ürün satın aldığınızda, yağmur ormanları ve bu bölgelerde yaşayan tüm canlıların zarar görmesine katkıda bulunmuş oluyorsunuz çünkü bu markalara ait pek çok ürünün içeriğinde palm yağı olduğu belirtilmiyor. Yalnızca “bitkisel yağ” yazmaları yeterli. Örneğin, Avustaralya vatandaşları içeriğinde palm yağı kullanılan ürünlerde üreticilerin bunu belirtmesi için hükümetlerine baskı yapıyorlar. Tek tek ürünlere baktığınızda kullanılan miktar küçük gibi görünse de, hepsini biraraya getidiğinizde yağmur ormanlarına, buradaki habitata ve canlı türlerine verdiği zararlar korkunç boyutlara ulaşıyor.

Palm yağı çok yakın bir zamana kadar akaryakıta da katılıyordu (AB Biyoyakıt Yönetmeliği uyarınca). Ne var ki çok sayıda belli başlı çevre örgütünün yaptığı uyarılar sonucunda bu yönetmelik askıya alındı. İşte bu endüstrinin zararlı etkileri gayet açık ve net aslında.

Peki ne yapabiliriz?

Bilgiyi yayın. Bu metni paylaşın. Arkadaşlarınıza anlatın. Ailenizle yaptığınız sohbetlerde konuyu buna getirin. Palm yağı meselesine medyanın ilgisi yok değil ancak tüketicilerin büyük bir bölümü bu endüstrinin gezegen üzerinde yarattığı tahribatın boyutlarından hâlâ habersiz. Eğer işler böyle gitmeye devam ederse Borneo’da yağmur ormanları diye bir şey kalmayacak.

Tüm palm yağı ürünlerini boykot edin. Kirli şirketlerden kurtulun. Palm yağı meselesinde aslolan tüketicinin gücüdür. Bu listeyi kullanarak palm yağına alternatif ürünlere ulaşabilirsiniz (not: listede yer alan ürünlerin tümü vegandır).

Üreticilere baskı yapın. Ya sürdürülebilir palm yağı kullanmalarını ya da hiç kullanmamalarını talep edin. Şirketlere yazın, yerel kampanyalar başlatın, doğrudan eylemler düzenleyin. İnternet üzerinden başlatılmış imza kampanyalarına destek verin (örneğin buradan ve buradan başlayabilirsiniz).

Eğer üretici konumundaysanız ya sürdürülebilir kaynaklara yönelin ya da palm yağı kullanmayın. Halihazırda etik bir manifesto güden yerel şirketlerin müşterilerinden gelen bu tür taleplere uyum sağlama olasılığı daha yüksek. Britanyalı kozmetik firması Lush palm yağı kullanmayı tamamen bıraktı ve onun yerine ürünlerinde hindistan cevizi yağı kullanmaya başladı.

Hükümetlere içeriğinde palm yağı olan ürünlerde bunun belirtilmesi şartını getiren yasalar hazırlamaları için baskı yapın. Yerel temsilcilere yazarak ürün içeriklerindeki belirsizliklerle ilgili ne yaptıklarını sorun. İmza kampanyaları başlatın. Destek toplayın. Bu konuda sesinizi çıkarın.

Borneo’daki iyileştirme projelerine destek olun: Örneğin Borneo Orangutan Survival (BOS) Foundation. Bu vakfın yeniden ormanlaştırma projelerinden biri sayesinde 2000 hektarlık atıl bir alan yalnızca birkaç yıl içinde hızla gelişen bir ormanlık alana dönüştürüldü. Ufak da olsa bağışta bulunun. Ya da bağış toplamak ve davalarıyla ilgili farkındalık yaratmak için bir etkinlik düzenleyin.

Ve pek çok başka şey. Palm yağı endüstrisinin yağmur ormanlarına onlarca yıldır biteviye verdiği zararları telafi edebilmek çok büyük bir iş. Yukarıda sıralananlar ise yalnızca bir başlangıç olabilir. Talepler arasında olmazsa olmaz diğer şeyler ise, kalan bataklık kömürü ormanlarının korunması, yerlerinden edilmiş yerli halkların ve hayvanların doğal yaşam alanlarına dönmelerine destek olunması ve bu çevresel yıkıma neden olan yozlaşmaya bir son verilmesi olmalı ki bu yozlaşmalardan biri de Borneo yağmur ormanlarında süren yasadışı ağaç kesimi. Peki siz ne yapacaksınız?


Çeviri: veganist
Kaynak: http://www.onegreenplanet.org/animalsandnature/are-you-eating-dirty-oil-the-environmental-impacts-of-the-palm-oil-industry/

Yazar hakkında: Serbest gazeteci Zion Lights, aynı zamanda permakültür ve organik yetiştirme yöntemleriyle besinlerini kendisi yetiştiren bir Kent Çiftçisi. Vegan ailesi ve kurtardığı hayvanlarla birlikte West Country’de yaşıyor. The Huffington Post için de yazılar kaleme alan Zion’un kişisel web sitesine şuradan ulaşabilirsiniz: ZionLights.co.uk






31 Ağustos 2014

Siyasal Eylemci Angela Davis'in İnsan ve Hayvan Özgürlüğü Arasındaki Bağ Üzerine Görüşleri
















Angela Davis, daha çok ırk, cinsiyet ve sınıf gibi konular hakkında ilerici yaklaşımlarından ötürü gayet iyi bilinen biriyken, türlerle ilgili en az diğer meselelerdeki kadar ufuk açıcı görüşleri pek o kadar bilinmiyor. Bu önemli sosyalist akademisyenin hayvansal ürün tüketmediğini duymak o nedenle kimilerine şaşırtıcı gelecektir.

Davis RadioProject.org'dan ulaşabileceğiniz çevriyazıya göre 27. Siyahi Kadının Güçlendirilişi Konferansı'nda şunları dile getirmiş: “Çoğu zaman vegan olduğumu belirtmezdim ancak bu durum yavaş yavaş değişti. Artık bundan bahsetmenin tam zamanı çünkü veganlık devrimci anlayışın bir parçası –merhamete dayalı ilişki kurma yolları ararken, yalnızca insanlarla değil, bu gezegeni paylaştığımız diğer canlılarla da merhamete dayalı bir ilişki biçimi nasıl geliştirebiliriz sorusunu sormamız ve bunun için de kapitalist endüstriyel forma dayalı gıda üretimine meydan okumamız gerekiyor.”

Bu meydan okumaya hayvan sömürüsüne ilk elden tanık olmanın da dahil olduğunu belirten Davis “Bunun anlamı farkındalık sahibi olmaktır -şehirlerarası arası otomobil sürerken ya da Los Angeles’a giden otobandan geçerken tüm o çiftliklerdeki inekleri görmek demektir. Çoğu insan aslında yedikleri şeyin bir hayvan olduğu üzerine kafa yormaz. Bir biftek veya tavuk eti yediklerinde, bu hayvanların sırf insanlar onları tüketebilsin diye ne büyük acılar çektikleri akıllarının ucundan geçmez.”

Bu körlük ile meta formu arasında bir bağ olduğunu söyleyen Davis şöyle devam ediyor: “Tükettiğimiz gıdalarla eleştirel bir ilişki kuramıyor oluşumuz, dünyayı algılayışımızda meta formuna olan bağımlılığımızın ne denli ileri bir seviyeye geldiğini gösteriyor. Marx’ın gerçek nesnenin mübadele değeri dediği şeyin –bu nesnenin barındırdığı ilişkileri düşünmüyoruz- ve daha da önemlisi ister gıda ya da giysi, ister iPad’lerimiz veya bu tür bir kurumda eğitim vermek için edindiğimiz malzemeler olsun, bu nesnenin üretiminde neyin önem teşkil ettiğinin ötesine geçemiyoruz. Yaşadığımız çevreyi oluşturan tüm nesnelerin ardında, hem insan hem de insan olmayan hayvan ilişkilerini gözümüzde canlandırma alışkanlığı edinmeyi başarabilseydik eğer, bu gerçekten devrimci bir hareket olurdu.”

Davis aşağıda yer alan videoda buna benzer bir vurgu yapıyor



Konuşmanın Türkçesi:
“Bundan çok fazla bahsetmesem de bugün konuşacağım çünkü bu gerçekten çok önemli. Tüm o yediklerimiz çok ama çok büyük bir zulmü maskeliyor. Bu ülkede tavukların endüstriyel olarak korkunç koşullar altında üretildiğini aklımıza bir kez olsun bile getirmeden oturup bir tavuk parçası yiyebiliyor oluşumuz, kapitalizmin ve onun zihinlerimizi nasıl sömürgeleştirdiğinin işaretlerinden biri. Önümüzde metadan öte bir şey göremiyor oluşumuz, gündelik olarak kullandığımız metaların ardındaki ilişkileri anlamayı reddediyor olmamız. İşte yediklerimizle ilişkimiz aynen böyle.”

Davis salondaki izleyicilere “Food, Inc.” adlı filmi izlemelerini öneriyor ve şunu soruyor: “Salt kâr amacıyla üretilen ve çok büyük acılara neden olan bu yemekleri tüketmek nasıl bir şey?”

Davis konuya getirdiği yorumlarını insanlara ve hayvanlara yapılan muameleler arasında açık bir bağ kurarak noktalandırıyor: “Şimdilik şu kadarını belirteyim, bence hiyerarşinin en altında yer alan insanlara davranışımız ile hayvanlara uyguladığımız muamele arasında sıkı bir bağ var. Diğer insanlar üzerinde şiddet uygulayanların yöntemlerine bakarsanız, şiddetin hangi türünden zevk aldıklarını görmek için yöntemlerini sıklıkla hayvanlar üzerinde denemiş kişiler olduklarını göreceksiniz. O nedenle, bu meselenin daha pek çok farklı yönü var.”


Çeviri: veganist


AddThis